|
26.04.2001 Barış Emek Ergin - netyorum.com / Sayı: 68
ÖKÜZ'ÜN TREN'E BAKIŞI ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER
- 20. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ
Başlık için pişman değilim yine yazarım. Konu başlığı
karikatüristlerin son dönem takıntılarından. Ve bu dönemde düşünerek gülmeyi
sağlayan ender konulardan. Sosyal yanı var masum görünümünün altında sevimli
öküzün. Deli dana hastalığına dair güncel gönderimler gibi, konulara
yabancılaşmanın somut bir ironisidir bu tren öküz ilişkisi. Bu konu üzerine bir
yazı çoğunuzu daraltacağından ben işin aslına yöneleyim; nereden bu başlığa
ulaştığıma dair. Film festivalinin afişine bakarken trene bakan bu sevimli
hayvanlar aklıma geldi. Haince öldürülen kuzular ve danaların çamurlara bulanan
hali gözümde tiksinti yaratırken o afiş beni bu dünyadan uzaklaştırdı.
Kurtarılmış ve aydınlık film dünyasının ticaretten uzak sanat yapıtlarının içine
götürdü.
Ve kriz yüzünden günde 5 filme yakın tempomu ekmek tekneme yöneltmek zorunda
kaldığımdan, bir dostumun ifade ettiği gibi kıskançlık krizleriyle
televizyondaki parçalarını izlemeye döndüm.
Geçtiğimiz yıl 19. festivalde gördüğüm 40 filmi asla yakalayamayacağımın
üzüntüsünü sizlerle paylaşırken, belki dedim içimden bitmeden yazmak görmek
isteyenlere yarar sağlar. Belki dedim uzaktan trene bakan bencileyin
yalnızlığımız aşılır, filmin büyüsü etrafa yayılır, gündelik yaşamın
kaygılarından sıyrılarak düşüncelere dalınır.
Geçtiğimiz yıllara göre daha az salonda aynı sayıda film izliyoruz. Festival
treni hızlanıyor mu yavaşlıyor mu kararsızdım. Salonların doluluğu, usta
yönetmenlerin fiziksel olarak varlığı ve kaosa karşın rezervasyon fazlalığı
hızlandığını düşündürürken, salon sayısının bir azalması, film sayısının ise
180'de kalması, ne olacak bu trenin hali diye düşündürdü. Sponsor azalmıştı ama
Turkcell tüm azametiyle desteğini gösteriyordu. Bitli antenlere benzeyen
logosuna gülerek aria'yı beklemeden bir ilave hat alarak kendilerine
şükranlarımı ifade ettim. Ve idealimi keşfettim. Bu festivale sponsor
olmak.
Öncelikle, nedense "Şah ve Mat" olarak çevrilen Marleen Gorris'in
"Luzhin Defence" son beş yılın en iyi festival filmi olduğunu
düşünüyorum. Konuyu okuyunca sıkılacağını sanarak gelmeyen izleyicilerden
olmayanlar büyülenmişti. Satranç, 1920'ler denince ben bile duraksamıştım.
Bittiğinde
ağlıyordum, yanımdakiler gibi. Tamam biraz sulugözüm ama bu filmi herkese
öneriyorum. Sinemalara gelecek olan bu film şekil, içerik, doğru, yalan ve aşk,
sevgi ilişkilerini irdelemiş ve izleyiciyi mat etmiş. Emily Watson'un da
yeraldığı oyuncular başarılı, çekimler sade, yönetmen "Antiona'nın Yazgısı"
'ndaki gibi iyi.
İkinci güzel karşılaşmamsa Fatih Akın isimli bir Türkoalman akranımlaydı.
"Kısa ve Acısız", bir kardeşlik şarkısıydı. İkişer tane temel iç ve dış
politika sorunumuza göbekten atlamıştı samimi yönetmen. Sırp Yunan ve Türk
dostluğu bazen Manchevski'nin "Before the rain" 'ini bazen de
Kustarica filmlerini anımsatırken enfes bir gerçek şiddet ve sevgi öyküsü
işlenmişti. İlk gösteriminde Sırp Arnavut kavgası çıkması ise sinemanın gücünü
net olarak ortaya koymuş. Bazı fikir kulüpleri; - bence de haklı olarak -, din
ve siyasetin evrenselliği engellediğini düşünüyor ve asla tartışmıyorlar bu
konuları aralarında. Bu film bunun tam aksini yaparak, siyaset ve din temalarını
baskın olarak ön plana çıkarmadan evrenselliği değil güncel yöreselliği
yakalayabilir. Temmuzda filmi de gösterilecek
Fatih Akın basbayağı ciddi bir yönetmen olarak selamlanacaktır.
Tavernier'in "Geceyarısına Doğru" 'su hoş bir caz filmiydi. Hele,
Lady Bertrand sözünü kendi ağzından ve Dorsay'ın nefis sorularıyla
sunduğu filmi analiz edince daha bir güzel oldu. Fransızların caz filmi yapması,
Woody Allen'in caz yapması bunu da geçen yıl filme dökmesi kadar tuhaf ama
gerçek olan oyuncular "yaşam müzikle güzel" dedirtiyor.
Pupi Avetti'nin "Meleklerin Yolu" pastoral bir filmdi, hoş ama ilk
önerilerimden değil. Sade bir konu ve tatlı mizahi çıkarımlarla iddialı
mesajlarda içeriyordu.
İran'lı akraba sayılacak kadar çok filmini izlediğimiz Cafer Panahi'nin
"Daire" 'si yine kadın sorununu incelemişti. "Zeytin Ağaçlarının
Gölgesinde" kadar etkilemedi. Bu iki filmi yerlilere benzetirsem; ilki biraz
Yavuz Özkan'ın "Yengeç Sepeti" 'nin çekimleri, "Vizontele"
'nin doğası karışımıyken, ikincisini Atıf Yılmaz'ın Türkan Şoray'la
yaptığı "On Kadın" hikayesi diyebiliriz. Bu arada "Komser Şekspir"
'i "Vizontele" 'den daha çok beğendim, haberiniz olsun.
Yine bir canlı yönetmen varlığıyla izlediğimiz "Ölmek ya da Ölmemek" ve "Anita"
treni kaçırmadı. Ventura Pons, net bir stili olmayan, konuya göre yorum
yapan bir yönetmen. İyi filmler ancak enfes değil. Konuya giremeyen ve etrafında
dolanan basitlikle karmaşıklık arasında gidip gelen bir anlatım. Geçen yıl
aileyi altüst eden bir filminden sonra davet edilen Pons'u sorularıyla yeterince
mercek altına almayan Sayın Uçansu'ya da sitem.Ancak öyle güzel işler
yapıyorlar ki kötü tercüme ve aktarım kusuru kadı kızında da olur.
"Paramparça "Aşklar-Köpekler"' fena değille vasat arasında kaldı. Biz
daralmışız şiddetten biraz da hayvan severiz diyorsanız bu film size göre değil.
Ve son söz sevgilime dair. Yanlış anlam karıcığım, o anlamda değil, sinema
yönetmenlerinden bu aşkım hem de erkek; Tom Tywkler. Bu tembel Alman
yönetmeni sadece filminden tanısam da festivalde en heyecanla beklediğim filmdi.
Önlenemez heyecan duyuyorsanız ve sizin gibi pek çok kişinin yüzünden aynı keyfi
yakalıyorsanız, günün sıkıntısından başka bir boyuta ulaşıyorsanız
bunun adı sinema aşkıdır, bence. Sekiz yılda çevirdiği ve hepsini festivalde
gördüğüm yönetmenin son filmi "Prenses ve Şövalye", diğer filmleri kadar
etkilemedi. Güzel çekimler, durgun olunca bayan, hızlanınca geren bir tempo aynı
filmde ancak böyle bir usta tarafından yapılabilir. "Ölümcül Maria", "Kışuykusundakiler"
çıraklık fimiydi. "Koş Lola Koş" ve bu film kalfalık denebilir. Yalnız
Sinan Çetin'in Tom Tywkler'e hızlı film yapma (yılda iki film) konusunda
ders vermesi lazım. Şah ve Mat kadar olmasa da güzel bir filmdi.
Bir dipnotta filmlerin kitapçığına dair. Türkçe altyazılı filmler gösterime
girecek olanlar oluyor. Dolayısıyla ben gibi trene bakmıyorsanız yani
Bizanstaysanız zamanınızı gelmeyecek filmlere yönetmenizi öneririm.
Son olarak dileğimi iletmek istiyorum. Festival filmlerinin sürekli gösterildiği
bir sinema salonu yapalım, dolduralım ve bu tadı sürekli yaşayalım. Bunun
Ventura Pons'a göre dijital filmler yüzünden sonuna yaklaşan sinemacılığa bir
katkı olacağına inanıyorum.
Sinemada izlenen filmler tadında aydınlık ve barışık günler dilerim.
20-4-2001 niğde
Barış Emek Ergin
e-posta: beergin@ttnet.net.tr
Netyorum.com not: Sayın Barış Emek Ergin'in geçen seneki
19. İstanbul Film Festivali üzerine
25/05/2000 tarihinde yazdığı yazıyı okumak için tıklayın.
|