| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

06.02.2003 Adnan İçemer - netyorum.com / Sayı: 121

AMCACIĞIM, BU GÜLLERİ SİZE ... !

Geçtiğimiz haftaların güneşli bir pazar sabahıydı. Oldukça zinde ve keyifli olarak yataktan kalkmış, güne aynı tempoda devam etme heyecanıyla hemen bakkala inip ekmek, sigara ve gazetemi aldıktan sonra kahvaltıyı hazırlamaya koyulmuştum. Bir yandan bazı bölümlerinin saniyede 27 notanın bir anda basılmasıyla ortaya çıkan Paco de LUCIA'nın "Mediterranean Sun Dance" adlı o müthiş eserini dillendirirken diğer yandan ise, sevgili Gönül ve onun çalışma hayatındaki disiplini ve de tarafımdan hazırlanmakta olan kahvaltının huzuruyla yapıyor olduğu "yatak gerinmeleri"ni düşünüp acaip bir keyif yaşıyordum. Bu durumu, yani halet-i ruh-i 'yemi, Gönül'ün de paylaşmasını istiyordum. Ama; onun, yataktan mutfağa kadar aynı yumuşak duygularla gelmesini sağlamam gerektiğini de biliyordum...

Birine huzur sağlamak ve aynı zamanda durumun farkında olmak beni her zaman fazlasıyla mutlu etmişti. Ancak metropol kadınlarının, böylesine tipik bir erkek gözüyle yaşadıkları huzurun (!) pek de yeterli olmadığı inancı da bende yok değildi hani... Çünkü, sadece kahvaltı hazırlamanın (veya bütünün bir parçasının) tek başına yetmeyeceği bilgisi zihnimin en ücra köşelerine yerleştirilmişti onca savaşlardan sonra... Dolayısıyla bu kaybedilmiş savaşın değerli bilgilerini tam kullanma zamanı gelmişti ve ben bu fırsatı kaçırmamalıydım ."Usulca yatağa yönelmeli ve asla dozu kaçırılmadan (nasıl becerilebiliniyorsa öyle), mini minnacık "şefkat" söylemleriyle libido okşamalarında bulunulmalı ve nihayetinde durum kotarılmalıydı". Ama bu eylemi, hazırlamış olduğum o "muhteşem" masanın herhangi bir eksiğinin olup olmaması için son bir kez kontrol etmeyi de ihmal etmeden.
..................

Başarmıştım...

Yani kadınsı bir gözle huzurun nasıl oluşturulabildiğini....

Yada "Eşcinsel nezaketinde" nasıl bir erkek olunabilindiğini...

Veya feminen isteklerin paradoksal boyutta yumuşatılıp empati yoluyla nasıl algılanılmasını...

Hoş bir durum ama "Kadirizm"e uygun olmadığı kesin gibi bi şey...!

* * *

Sabah tüm güzelliği ile devam ediyor ve güne başlarken amaçlanan o muhteşem kahvaltı yerini yavaş yavaş Gazete sayfalarındaki "küçük light haberlere" bırakıyordu. Bizler ise kendimizi, uzun bir sevişme sonrası gibi kazanılmış bireysel zaferlerimizle birlikte iç dünyalarımızın kutuplarına... Kısaca yaşam; sanki ender de olsa bazı birlikteliklerin iyi taraflarını gösterebildiği ama kişisel alanlara asla dokunulamayacağını işaret eden güzel bir fotograftan farksız gibi görünüyordu... Peki, yaşamın böylesine çıplaklıkla kendini göstermesine rağmen neden ben aşağıdaki basit bir olayı içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştum?

* * *

...Kapı çalınıyordu.

Ama biz, bırakın içine daldığımız kendi dünyalarımızı yetim bırakma korkusunu bir yana, herhangi bir eylemde bulunmak istemiyor ve de gözlerimizin birleşmelerinden doğan "lütfen sen aç" mesajlarını bile kaçamak bakışlarla vermeye çalışıyorduk. Sergilenen bu pandomim, son derece zararsız, doğal ve hatta bireysel bencillik örnekleri bile sayılabilirdi...

Ama olsun, yine de çok hoşuma gidiyordu aldığımız bu vaziyet...

Ayrıca her çalan kapının açılması gibi bir kural da yoktu...

Neyse, kalktım ve sabahtan kalma huzur operasyonumun hatırına kapıyı açtım.

Karşımda 7-8 yaşlarında, her birinin elinde birer sarı ve kırmızı olan güllerle bekleşen üç kız çocuğu vardı. Hepsi son derece iri, siyah ve güleç gözlüydüler. Tıpkı, gözlerindeki umuttan başka hiçbir şeylerini sergileme şansları olmayan Güneydoğu çocuklarını anımsatmışlardı bana. Ellerindeki sarı ve kırmızı güller ise; nereden ve nasıl kaynaklandığını bilemediğim bir dürtüyle, yaşantımdaki tüm ilişkilerime dair almış olduğum iyi veya kötü kararların sanki birer sembolü imiş gibi beynime yer etmişti birdenbire. Bir anda oluşan bu kaotik duygularım, saniyenin milyonda biri niteliğinde sayılabilen ve beyin haricinde hiçbir gücün erişemeyeceği bir hızla, tüm sevdiklerime olan kötülük ve günahların ve aynı zamanda eğer varsa pişmanlıklarım "sarı gülleri", tam tersi eylemlerim ise "kırmızı gülleri" telkinliyordu sanki benden habersiz olan bana.
Durumu boş gözlerle izleyen ve yabancı bir kapıyı çalmanın psikolojik rahatsızlıklarını yaşayan çocuklar, aynı zamanda bendeki mistik davranışların ne anlama gelebileceğinin de ayırımına varmaya çalışıyorlardı.

Ama ben boş durmuyor, kapı önünde sessizce sergilenen bu kısa metrajlı yaşam kesitine bu kez de farklı katkılarda bulunuyorken, güdülerimi etkilemiş, reel algılarımı zayıflatmış ve bilinmeyen bir gücün etkisi altına almış olan o çok etkili "telkin", beni hiç konuşturmaksızın ve de çocuklardan izin istemeksizin sadece "kırmızı" güllerden birini almaya itmişti.

Çocuklardan birinin, "Amca, neden sarı güllerden birini almadınız" diye gülerek sorduğu sorunun yankıları kulaklarımda çınlıyor ve ben cevap veremiyordum. Sadece düşünüyordum, neden sarı gülleri almamıştım diye?

Yoksa her şeyde olduğu gibi sonradan öğrenilebilinen ve tarafımdan rafine edilmemiş bazı bilgilerin (adımız, ailemiz, akrabalarımız, sarı gülün ve gözlerden öpülmesinin ayrılığı işaret etmesi, toplumsal çoğunluğun popülist tercihleri veya tüm ahlaki değer yargılarımız vb.) kolaylık ve sıradanlık timsali sayılan olan popülist etkileşimin mi etkisinde kalmıştım?

Yoksa bilinçaltımda kendimi suçlayabileceğim çok şeyim mi vardı?

Belki de farklı renklerdeki o gülleri ben yanlış bir şekilde sembolize etmiştim... Bu olabilirdi.

Çünkü; en az sekiz-on yıl önce, birini çok sevmenin, aslında kendine yönelik üstün ve de son derece narsist bir yaklaşımdan öte bir şey olmadığına kanaat getirmiştim. Yani; "seni seviyorum" demenin bile, seven kişinin kendine yönelik libido kaynağı oluşturma endişesinden kaynaklanan başka bir şey olmadığı açıktı ve dolayısıyla söylenen, yapılan ve istenen şeylerin her zaman aynı içerik taşımadığı gerçeği de yadsınamazdı.

İyi de durumun aşkla veya sevgiyle ne ilişkisi olabilirdi?

Açık olan bir şey vardı ki, tercihler arası yüzleşme başlamış ve durumdan rahatsız olmuştum.

Ne çok isterdim aydınlık bir güneşin , gündüz matinesinde izlediğim korku filminin ardından beni karşılamasını...

Kaçmalı veya kurtulmalıydım bu tedirgin yüzleşmeden, tıpkı F.Nietzsche'nin buyurduğu gibi: "Bu benim sabahım, gel artık, gel, büyük öğle"!!!

* * *

Soruların beynimde yarattığı kaosun gözlerime yansıması muhtemelen dehşet verici bir odaklanmayla sonuçlanmış ve de derin bir sessizliğin Pati(*) tarzındaki merakı ile bütünleşmiş olmalı ki birden; "Ado kimmiş gelen" sesiyle Gönül devreye girmişti.

İstediğim "öğle" Gönül kılığında gelmişti.

Sevinmeli miydim yoksa alanıma girilmiş olunmasından rahatsız mı olmalıydım? Bu da sorunsal bir durumdu.

Ama gerçekte her şey normaldi: Kapı çalınmıştı ve gelen çocuklardı. Tek ve son derece basit bir istekleri vardı; "Amcacığım, bu gülleri size getirdik, eğer satın alırsanız (aslında 150 bin TL ama sizin için 100 bin TL.) bizde annelerimize 'Anneler Günü' için birer hediye alabileceğiz"!!!

* * *

İçimdeki fırtına durulmuş ve Antalya güneşi tüm parlaklığı ile karabulutların arasından sanki bana "nanik" yaparcasına ve de hinoğlu hin edasıyla göz kırpıyordu.
Düşündüm; neden bu parlak güneş (yaşam) tüm aydınlığı ile beni kısa bir süre dahi olsa ışığından mahrum etmişti? Neden?

Yoksa suçlu güneş olabilir miydi...!?

....................

Çok basitti: ben "kırmızı" gülü seçerken, yaşamı (güneşi), populist değerlerin güdümünde "yetişkin bir adam"(!) gibi algılamış fakat her çocuk gibi, resim dersinde güneşi sadece "sarı" olarak betimlediğimizi es geçmiştim...

Yaşamım boyunca çok önemsediğim dengeyi bu kez kuramamış, sabahki libidinal coşkumu bütün bir güne yaymayı başaramamış ve iyiden iyiye bozulmuştum. Zoruma gidiyordu ama geri dönüşü mümkün değildi artık.

Ve sonuçta görünen şuydu; ben ve tarih arasındaki ezeli rekabette bir maç daha sona ermiş ve rakip yine kendine düşen "obsessif" sıfatını alırken bana ise sadece "nervoz" kısmını bırakmıştı.

Tıpkı her zamanki gibi...

(*) Pati:Kendini bizim sahibimiz bilen yakışıklı kedimiz.

Adnan İçemer - 6.5.2001, Antalya
e-posta: prelutfug@hotmail.com


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
121. Sayı önceki yazı 121. Sayı sonraki yazı
  Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye