|
24.11.2005 Prof. Dr. İbrahim Ortaş - netyorum.com / Sayı: 164
YENİ YILA TSUNAMİ İLE GİRERKEN BİLİMİN ÖNEMİ
İnsan yer yüzeyinde farklı coğrafyalarda, çıplak yaşamdan
günümüzün sıkı giyim-kuşam dönemine kadar önemli aşamalar geçirmiştir.
Kar-kış, çamur, açlık, barınaksız geçen o günlerden avcılık ve
toplayıcılıktan hayvanı evcileştirmek, tohumu ekmek, sonunda üretici konuma gelmek
kolay olmamıştır. İnsan olmanın gereği bilgisini de kullanarak havaların ısınmaya
başladığı, topraktan bitkilerin yeşerdiği her yeni başlangıcı kutlaması çok
anlamlı. İnsanlar farklı coğrafyalarda evrimleştikleri için yeni yıl bir çok
kültürde farklı şekilde kutlanmaktadır. Ancak temel tema yeni bir yaşama başlarken,
geçmiş yıldan kalma bütün kötü ruhlardan kurtulmak, borçtan arınmak, geçmişin
bir muhasebesini yapıp, yeni bir yıla bol şans ve aşk getirmesi beklentisi ile yeni
yıl karşılanır. Kimi ateş yakarak, kimi metalleri birbirine vurup gürültülü
sesler çıkararak kötü ruhları kovmaya çalışır, kimi ailenin birliğini korumak
için büyük yemek partisi düzenler (hindi ağırlıklı yemek), doğada var olan tüm
meyvelerden sebzelerden yemekler yapılır, ziyafetler verilir, kimisi yeni yıl öncesi
kapının eşiğine para atarak üzerinden atlar ve bol bereket diler, kimi de yeni yılda
kırmızı renkli iç çamaşırlar giyerek aşkına şans diler. Bütün bunlar Asya
kökenli gelenekler ve bize kadar şu veya bu şekilde ulaşmıştır.
Ancak tropikal iklimin bu mevsimde sunduğu sıcak ortama dünyanın dört bir yanından
gelen varlıklı turistlerle doğal cennette girmeye hazırlanan Asya halklarının bir
anda deprem ve tsunami ile yaşamları cehenneme döndü. Hint okyanusunda meydana gelen
depremin yarattığı tsunami'nin Afrika sahillerine kadar geniş bir alanı etkilemesi
aklıma Hazreti Musa'nın asası ile Kızıl denize vurmasını getirdi. Rivayet o dur ki
Yahudiler Mısırda Firavunun baskısından kurtulmak ister, kaçacak yer yok, her taraf
sarılı, Hz. Musa kızıl denize asası ile vurur ve deniz yarılıp yol açılır,
insanlar oradan geçerler. Basına yansıyan haberlerden, önce kıyılarda depremin
kırdığı fay hattından dolayı su kütlesi geri çekilir, insanlar kıyıya balık
tutmaya koşuşuyor ve ardından saatte 750 km hızla gelen 10 m yüksekliğindeki tsunami
dalgalarının altında kalıyorlar.
Tsunami Nedir?
Japoncada 'liman dalgası' anlamına gelen tsunami sözcüğü, tarihte 15
Haziran 1896'dan 8,5 büyüklüğündeki Meiji depreminden sonra kullanılmaya
başlanmış. Çoğumuz her ne kadar tsunami'yi, Hollywood filmlerine korkutucu ve
yüksekliği onlarca metreyi bulabilen dev dalgalarını sinema koltuklarına yapışarak
dehşetler içinde izleyerek öğrendiysek de, film deyip geçiştirdiğimiz o
görüntüleri ancak geçen pazar günü Hint okyanusunda meydana gelen depremle
öğrendik. Asya'nın fakir halkı, çoğunluğu daha eğitim bile görmemiş çocuklar,
yaşlılar, yaşamlarında görmedikleri, ismini duymadıkları tsunami'nin dev su
kütlesine evlerinde hazırlıksız yakalandılar.
Sorun Doğada Değil İnsanda
Açıkçası on binlerce insanın ölümü ve ölüm şekli çok acı. TV
ekranlarına yansıyan resimler içler acısı, binlerce kilometreyi saran ve bölgenin
jeolojik yapısının da gereği irili ufaklı binlerce adacık ve yerleşkelerin aniden
su altında kalmasının yarattığı şaşkınlık. Bölge halklarının hallerinden
belli ki yoksullar ve biricik geçim kaynakları balıkçılık ve turizm.
Bütün bunların yine de sebebi bana göre insanın kendi eliyle yarattığıdır.
İnsanın aç gözlülüğü, kıyıları getiri amacı ile kullanmak, doğanın
cennetvari sunumunu para karşılığı başkasına peşkeş çekmek. TV ekranlarına
yansıyan görüntüler bütün güzelim kıyıların turistik tesislere
dönüştürüldüğünü gösteriyor. Asya'nın ve Afrika'nın güzelim tropikal
ormanlarının denizle bütünleştiği bütün sahiller işgal edilmiş. Kumul tepeleri
düzeltilmiş ve her taraf bina, baraka olarak turistik dinlenme yerine
dönüştürülmüş. Doğal bitki örtüsü yok olmuş, ağaçlar toprağı korumak için
değil, süs objesi olarak kullanılmaktadır.
Hiç fark etmiyor hangi ülkede olduğu, toplum çok boyutlu eğitilmediği için bazen
olup bitenleri anlamakta zorlanıyor. Gazete haberlerinde olayı kıyamet olarak
algılıyor ve olayda erken uyarı sitemi olsaydı böyle olmazdı denilmektedir. Erken
uyarı sistemi insanların bölgeleri erken terk etmesini sağlardı, daha az insan
ölürdü, o kadar. Yine de kıyılardaki dev yıkıntıyı engelleyemezdi. Ancak insanlar
bir şekilde bu tür jeolojik ve coğrafi olaylar hakkında önceden bilgilendirilmiş
olsalardı belki durum farklı olurdu.
Veya bölge insanlarına başka alternatifler
sunulabilseydi ve insanlara böylesi durumlarda neler yapılması gerektiği
anlatılsaydı belki daha az insan ve mal kaybı olurdu diye düşünüyorum.
Felaketle Birlikte İnsanlık Kültürü de Yok Olmuştur
Felaket mala ve cana verdiği zararın yanında gözden kaçan bir gerçekte bölgedeki
ilkel yaşama dair kültürün yok olmasıdır. Hindistan Sri Lanka, ve Endonezyadaki
yakınlarındaki yüzlerce küçük adalarda yaşayan ve soyları uzun zamandır tehlikede
olduğu bilinen birçok ilkel kabileyi de yok etmiş olabilir. Antropologlar, dünyada
halen taş devrini yaşayan ''üç ya da dört yerli halkın" tamamen ortadan
kalkmış olabileceğine ve böylece bu kültürlerin yok olmakla karşı karşıya
bulunduğunu belirtiyorlar.
Hindistan kontrolündeki Andaman ve Nicobar adalar zincirinde çok sayıda farklı ilkel
kabilenin yaşadığı, bu kabilelerden Sentinellerin Kuzey Sentinel Adası'nda modern
hayattan tamamen uzak bir şekilde hala Taş Devri'nde yaşayan bu kabilenin avcılık ve
toplayıcılıkla geçindikleri söylenmektedir (Milliyet, 30 Aralık 2004). Aslında
insanın kendisini tanıması, nasıl bir yaşamdan bugünümüze geldiğini bilmesi ve
anlaşılması bakımından bu tür kültürlerin korunması gerekir. Ancak insanlık
halen birbirine silah ile üstün gelmeye çalıştığı için bunları düşünecek
zamanı olmamış olabilir.
Dünyanın Zenginleri Yardım Etmekte Cimri Davranıyorlar.
Dünyanın en kalabalık nüfusunun yaşadığı bu fakir ülkelerde enkaza dönen bu alan
onarımı da ayrı bir sorun olacak. Buraların onarımını kimler üstlenecek, sigorta
sistemi buralarda var mı yok mu bilinmiyor. Varlığı ve yokluğu Körfez savaşında
belli olmayan Birleşmiş Milletler'e bu aşamada çok iş düşüyor. Maalesef dünyanın
sahibi olduklarını söyleyen G-8'ler körfez savaşında savaş masrafı olarak milyar
dolarlar ABD'ye öderken, bu felakete her biri 5-10 milyon dolar gibi komik yardımda
bulunacaklarını açıklamaları düşündürücü değil mi?
Bilimden Yararlanmanın Önemi Daha İyi Anlaşılıyor Felaketin yaşandığı bölgedeki
ülkelerin bilime verdikleri önem ile yaşanan acı arasında bir ilişki
görülmektedir. Bu ve benzeri depremlerin etkileri dünya var olduğundan beri
aralıklarla devam ediyor.. Daha önce de gerçek tsunami'lerin Pasifik okyanusu
kıyısında Şili ve Alaskada meydana gelen depremler sonrası çıkan dev dalgaların ta
Japonya'ya kadar ulaştığı ve yine binlerce kişinin öldüğünü bu vesileyle
öğrenmiş oluk. Tsunami'lerin olduğu bölgelerde artık erken uyarı sistemleri veya
diğer gerekli önlemleri alınıyor. Ancak yine de insanlığın bilmesi gereken,
doğanın yasalarının mutlak olduğudur. Doğa da bir şekilde kendi elinden alınan
yerlerini geri istiyor. İnsanın da yapması gereken, doğanın yasalarını çözmek,
ondan yararlanmak için bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Bu şekilde insan ancak
tedbir alarak can kaybını azaltabilir. Bu eğitim de ancak para ile oluyor.
Örgütlü Toplumlar Felaketleri Daha Kolay Atlatıyorlar Örgütlü ve organize olmuş
toplumlar bu felaketi daha az can kaybı ile atlatırlardı. Bunun açık örneği aynı
şiddette bir depremin Japonya ve Amerika'daki can kaybı ile Hindistan, Sri Lanka,
Endonezya, İran, Afganistan ve Türkiye'deki can kaybı arasında kat kat fark var. Biri
depremde 2 kişi kaybediyor, diğeri on binlerce kişi. Birisi doğanın sırlarını
biraz çözmüş, bilgisini artırmış, bundan artı değer elde ederek varsıl duruma
gelmiş, bilgi birikimi ve ekonomik gücünü de kullanarak ve olası riskleri dikkate
alarak daha sağlam yapılar yapmış, diğeri ise toprağın yüzeyine temel atmış,
topraktan kerpiçlerle ev yapmış. Birisi iyi örgütlenmiş, önceden olası bir durumda
nasıl organize olacağını biliyor, biri de şaşırıp kalıyor. ABD sahip olduğu
erken uyarı teknolojisi sayesinde Amerika sahillerini vuracak tayfunları günler
öncesinden an be an belirtiyor, insanları daha içerilere güvenli bölgelere
nakletmesini biliyor. Ancak zavallı Asya ve Afrika halklarının bu denli örgütlülük,
organize olma, bilginin gücü ile az insan kaybı ile olayı atlatmadan ne denli uzak
olduğu gözler önüne serildi.
Bilim Savaşa Değil, İnsanın Mutluluğuna ve Refahına Hizmet Etmelidir.
Hemen hatırlatalım, felaketin meydana geldiği Hindistan bugün atom bombasına sahip,
silikon vadisi benzeri teknoloji geliştirecek bilgisayar programı yazabiliyor, uzaya
araç gönderecek kadar bilimin belirli alanlarında ilerlemiş ancak, halk ise Bombay'da
sefilleri oynuyor. Hindistan önemli ölçüde kaynaklarını silahlanmaya ayırıyor,
maalesef bilimini atom bombası yapımı için kullanıyor. Bilim halktan çok uzakta fil
dişi kulelerinde batı kapitalizminin değirmenine su taşımaktadır. Halkın toptan
eğitim düzeyinin yükseltilmesi ve bunun refaha dönüşmesi gerekir. Bu depremde
bilimin halk için önemi daha iyi anlaşılmıştır.
Tabii gönül isterdi ki dünyanın jandarmalığına soyunan Amerika, Ortadoğu'daki
petrollere sahip olmak için harcadığı bu kadar bilim ve teknoloji olanaklarını biraz
da doğa ve insanlık için harcasaydı. Silah üreticisi ülkeler maalesef, bugün dünya
sahnesindeki güçlerini öldürme gücüyle övünerek ve yine sorunlarını sahip
oldukları silahla çözmeyi benimsiyorlar. Yani daha fazla insanı nasıl öldürürüm
diye kullanıyor. Din, dil, coğrafi sınır tanımadan etkisini binlerce kilometrede
hissettiren depremin küresel dünyada insanlığın bir birine ne kadar ihtiyaç
duyduğunu göstermektedir. İnsanlığın artık enerjilerini bir birlerine karşı
öldürerek değil, destek çıkarak kullanmaları gerektiği daha iyi anlaşılıyor.
Bizim Çıkarmamız Gereken Ders Nedir?
Buradan bizim de çıkarmamız gereken ders olmalı diye düşünüyorum. Bu ve
benzeri deprem ve yeryüzü hareketleri periyodik olarak olacaklardır. Hele bizim
ülkemiz buna hazır olması gereken bir ülke. Bu tür etkilerden korunmak için
mümkünse sürecin doğasını anlamaya çalışmalıdır. Marmara Bölgesi gibi
nüfusumuzun en yoğun olduğu bölgede bütün kıyıların işgal edildiğini,
yapıların düz ve düze yakın tarım arazileri üzerine kurulması sonucu binaların
kâğıt gibi yırtıldığını ve bu yüzden binlerce insanın öldüğünü
gözlerimizle gördük. Onun için 1998 Adana-Ceyhan depremini yaşamış olmanın da
etkisiyle Asya'daki felaketi içimde hissederek, bizim de arada bir hafızamızı canlı
tutmazı gerekir.
Üniversitemiz öğretim üyeleri Adnan Gümüş ve Müfit Gömleksiz Ceyhan depreminden
sonra KADAUM ile birlikte gerçekleştirdikleri "Deprem: doğal bir afet mi, yoksa
sosyal bir felaket mi?" başlıklı çalışmada depremin değil, insanın bilinçsiz
yıkıcı etkisini ortaya koymaktadırlar. Depremler elbette olacak ama yıkımlar doğal
değil, sosyal bir felakete işaret ediyor.
Eğitim Müfredatı Yeni Koşullara Göre Yeninden Şekillenmelidir.
Bir deprem ülkesi olarak sistematik düşüncenin gereği öncelikle bilimin emrettiği
gereklilikleri yapmak zorundayız. Öncelikle iyi organize olmak gerekir, kimin hangi
durumda ne yapacağını iyi bilmesi gerekir. Her konuda alternatif yaklaşımlar dikkate
alınmalıdır. Bu arada toplumu okur yazar olarak eğitmek zorundayız. Ülkemizin
Jeolojisi, Coğrafyası ve doğası-toprağı tamı tamına öğretilmelidir. Küresel
evrenin oluşumu, evrimi, canlı dinamiği çok boyutlu olarak mutlaka işlenmelidir.
Biyosferin bir bütün olarak yaşayan bir sistem içinde kendi yasaları olduğu ve bunun
şimdilik kontrolünün mümkün olmadığı ancak onun yasalarının kavranarak onunla
barışık yaşanması mutlaka öğretilmelidir. Küresel ısınma ve buna bağlı olarak
olası iklim değişimleri ve buların yaratacağı etkiler şimdiden bilimsel olarak
araştırılmalı, elde edilen bilgi mutlaka toplumla paylaşılmalıdır.
İnsanlık Ortak Malına Sahip Çıkmak Zorundadır İnsanlığın ortak malı olan
doğanın tahribatının bir gün bizlere daha acı olarak geri döneceğini bilerek
herkesin kendisinin de dünyanın sahibi olduğunu bilmesi ve dünyaya sahip çıkması
gerekir. Başta okullarda olmak üzere insanımıza bunu öğretmeliyiz, yeri gelince
doğayı korumak için karşı çıkmasını da öğretmemiz gerekir. Ayrıca başta
demokratik toplum örgütleri, siyasi partiler herkes üstüne vazife olmayan işlere de
karışarak doğaya, canlıya ve insana zararlı her yanlışa karşı çıkmalı.
Kıyıda milyonlarca yılda metrelerce yükseklikte dev kumul tepecikleri oluşmuşsa
bunları bozmayalım. Koylara yerleşke kurulması yasaklanmalı. Önemli nükleer
tesisleri, doğal gaz tesisleri ve diğer insana ve çevreye zarar verecek tesisleri
bölgelerin çok uzağında tutmak gerekir. Ve mümkünse daha sağlam zeminlere
kaydırılmalı. Kıyıya sıfır yapıların yapılmasına yasal engel getirilmelidir. Bu
konuda toplumda rüşvet ve istismar ile iş yaptırmak isteyen kişilere karşı toplumun
duruş göstermesi gerekir.
Ülkemizin güzelim kıyı şeritlerinin de gün be gün parça parça betonlaştığını
görmekteyiz. Çevre bilinci ile hareket eden örgütler durumu kamuoyu ile
paylaşıyorlar. Ancak nafile, rant daha çekici geliyor. Kimsenin umurunda değil doğa
ve bunun uzun süreli yararının insana yansımasının. Ancak ne yazık ki bizler her
şeyin bedelini acı tecrübe ile kazanmaktayız. Tsunami felaketi, Marmara depremi ve
diğer doğal felaketler biz insanlara doğanın yasalarını bilmemizi ve onunla
barışık yaşamız gerektiğini öğretmektedir. Bunun için bilime değer vermek,
planlı yaşamak, işimizi şansa bırakmamak, insana ve canlıya değer vermek
zorundayız. Artık bu işin coğrafi sınırı, dili, dini de yok, yalnızca doğanın
kendi kuralı ve yasaları vardır. Biricik dünyamızdaki tecrübe bunu emrediyor.
Yeni yıla doğa ve yaşam bilinci ile girmek dileği ile.
Bu yıl, yeni yıl kutlaması yerine Asya'daki felaketten etkilenenlere yardım etmeyi
aile olarak benimsiyoruz.
Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Aralık 2004, Adana
e-posta:asportas@cu.edu.tr
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın
organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir.
Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link
verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.) |
|