| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

06.05.2005 Nesrin Özyaycı - netyorum.com / Sayı: 163

GÜVERCİN

Belki de ressam olmalıydım. Güzel resimler çizebilirdim tuvallere. Van Gogh kıskançlıktan çatlardı belki, tuvaldeki renklerimin göz alıcılığını görünce. Peki ya Dali ne yapardı? Saçını başını yolardı belki, rüyalarını kendinden daha iyi resmeden biri var diye. Papirüs kâğıdına yazılmış bir mektuptu yaşamım. Rengini yaz bulutlarından almış kadar beyaz bir güvercinin kanadı altında sakladığı, ta uzaklardan getirdiği bir pusulaydı belki de yaşam. Resim, doğanın taklidi değil miydi? Ama isterdim boyamayı doğayı doğallığına dokunmadan. Sanat, haksızlığa karşı kullanılan bir silah mı? Yoksa kabullenmek mi içinde yaşadığımız haksızlıkları? Her mevsimden ayrı bir oyun çıkaran çocuklar gibi koşuşturarak yaşıyorum.

Havanın soğuğu her şeyi kendi içine gömmüş, sıcak yaz gecelerini bekliyordu pusuda. Etrafta ne bir kuş sesi ne de bir sinek vızıltısı vardı, garip bir mezar sessizliği sarmıştı her yanı. Aşklar da uyumakta, kuşlar da, yaşamdaki canlılık da... Yorgun bir günün dinletisi ile meşgul tüm canlılar. Yüzüme fırlatılan bir bardak soğuk su ile ayılmışım şizofren sıkıntılarımdan. Hava kasvetli, günün başlamasını istemiyorum. Yorgunum, vakitsiz uyandırılmış gibi sinirliyim. Bungun derbederliğimle yokuşlara tırmanmanın zorluğuyla solumaktayım. Parklarda sessizlik, doğada suskunluk, dışarıdaki kalabalık, evdeki yalnızlık içimde uğultulu kasırgalar estirmekte. Sonbahar vurmuş ağaçların dallarını. Yürüyorum, yavaş yavaş.

Yarı ormanlık yarı dağlık bir tepenin eteklerindeyim. Yolumun üzerinde, bir ağacın altında oturmamı bekleyen eğri büğrü, kayadan kopmuş kocaman bir taş görüyorum. Hava soğuk. Üşümüyorum, ellerim buz kesmiş, ama soğuğu hissedemiyorum. Ağacın altına, sanki oraya benim için konmuş taştan koltuğuma kuruluyorum. Ağzımdan çıkan buhar, üşümem gerektiğini hatırlatıyor bana. Nereden, hangi ağaçtan kopardığımı hatırlamadığım bir çöple eşelemeye başlıyorum nemli toprağı nedensizce. Rüzgar, perçemimi savurup yüzüme atmakta. "Olsun," diyorum, " isterse, burada donarak öleyim...." derin derin nefes alarak kendimi doğanın kucağına salıvermişken. "Bu kadar güzel bir müziği uzun süredir dinlememiştim." Rüzgarın tınısı enstrümantal bir müzik gibi ruhuma işliyor. Güzel şeyler düşünmem gerektiği için mi mutluyum, yoksa güzel şeyler düşündüğüm için mi mutluyum, anlamayamıyorum. Kendimle söyleşmekteyim bu dağın eteğinde bir başıma. Dağın tepesinde kar var. Düşüncelerim ulaşılmaz bir doruğa çıkma telaşında, sürekli gerileyerek tırmanmaya çalışan dağcılar gibi. Vazgeçmek yok. Üşümeye başlıyorum. Sırt çantamdan çıkardığım eşarbımı başıma dolayınca, yalancı bir sıcaklık yayılıyor içime.

Allı güllü bu eşarp, hamamda eşyalarımın arasına karışmış, bir Kürt kadınındı; ondan yadigar diye saklarım o gün bu gün. Kadının adı, Heval'di. Birlikte paylaşmıştık bir avuç bulguru aynı locada.

Soğuktan morarmış parmaklarımı umursamıyorum. Bir film setinde gibiyim. Yaşamın o en anlamlı film setlerinden birinde geçirmekteyim sanki zamanı, keyifli, mutlulu, öfkeli...

Önümde bir okyanus şekillenmeye başlıyor; dalgalar, Magellan'ın gemisini devirircesine azgın ve öfkeli. Öyle, gözümü dikmişim bir noktaya, kıpırdamadan bakıyorum, donmuşum sanki.

Ayağa kalkınca görüyorum, iki adım ötedeki beyaz güvercini. Yalnızlığımın yanı başında büyüleyici güzellikte bir güvercin. Sırt üstü yatmış. Yanına gittiğimde fark ediyorum ölü olduğunu.

Tekrar oturuyorum yerime. Termosumdaki çayı içmek istedim birden. Yere indirdiğim sırt çantamı açıyorum. Şeker de katmıştım termostaki çaya. Çalkalıyorum termosu, şeker karışsın diye. Çaydan aldığım yudumlarla kendime geliyorum, nerede olduğumu unutmuşum sanki; dağılmış düşüncelerimi toparlıyorum. Sahi neden gelmiştim buraya? Kendi ellerimden tutup kendimi yalnızlık tünelinin bir köşesine getirmiştim. Beni buraya sürükleyen hikayem neydi? Belki de bir anının peşinden sürüklenmişimdir ta buralara... Yanımda sevgilim, omuzlarıma dayanmış. Elimi tutmak istiyor; istemiyorum ben. Yanımda olsun yeter, diyorum. Başımı dayayınca omzuna, yüreğimi titretsin istiyorum. Mutluyum, ürperiyorum da. Ruhumu ısıtıyor sevgilim, şu an yanımda olmasa da.

Bıraktığım yerde unuttuğum bakışlarımı, bir karıncadan peşine taktığımı fark ediyorum. Başımı kaldırıp, yanı başımda yatan güvercine götürüyorum sonra, bir tören havasıyla. Beni kendisine çekiyor adeta. Bir sigara yakıyorum, ayağa kalkıp yakınına gidiyorum güvercinin. Başka bir gökyüzünde tek başına uçuşan güvercinleri görüyorum düşüncelerimde. Sürüler halinde uçuşuyorlar. Yakınlaştıkça içime bir korku yayılıyor. Neden ölmüş bu güvercin? Neden? İşte cevapsız sorularıma bir yenisi daha ekleniyor. Sonra, onu incelediğimi fark ediyorum. Büzüşmüş iki bacakta sekiz parmak. Hala güçlü kanatlar. Küçücük, cansız kafası masumca yana kıvrılmış. Nereleri görmüş kim bilir, nerelerde kanat çırpmış yaşarken? Belki de bir haber dönüşü evine ulaşamadan toprağın çekiciliğine yenik düşmüştü. Ne haberler saklıydı küçücük bedeninde kim bilebilir ki... Bütün sırlarını da kendisiyle toprağa gömmüş işte. Geride bir sürü soru uçurarak etrafındakilerin düşlemine. Ser verir sır vermez bir güvercin miydi acaba? Belki de çırpınıp durmuştu ömrü boyunca. Mücadeleyi okuyorum aralık göz kapaklarının arasından, zoraki görülebilen gözlerinde. Kanatları sapasağlam, biraz şişmiş bedeni... Uyuşmuş parmaklarımın arasına alıyorum güvercini. Soruyorum, "Ne oldu? Anlat hadi…" Sessiziz ikimiz de. Rüzgar, benim saçlarımla yaptığı dansın aynını güvercinin yumuşacık tüyleriyle de yapıyor.

Yaşam kendini kullandırma hakkına son vermişti belki de. Hani derler ya, miadı doldu, işte öyle. Hayat yapacağını yapmıştı ikimize de ve şimdi, aynı noktada farklı alemlerde birleştirmişti bizi. Olanlar olmuştu ikimize de. "Yeniden canlandırıp, Mısır'da, palmiyelerin üzerinde uçurtmak isterdim seni," diye söyleniyorum duyulur duyulmaz bir sesle. Ruhu, "Beni rahat bırak," diyor bana. İkimiz de inatçıyız. Sen dirilmemekte, ben ölmemekte. Rahat uyumaktasın, anladım seni, rahat.

Haberler sende. Kaç mektup taşıdın hangi ilden hangi ülkeye? Kaç aşık sana bakıp sevgilisini hatırladı? Kaç çocuk seni kovaladı? Kaç çiçeğin dallarından yere akmış çamurlu sular besledi seni? Kaç kediden sakındın kendini? Peki, tahmin edemediğim gizemli sırların... Onları sormayacağım. Hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceğini anlatıyor suskun duruşun. Rahat ve huzur dolu duruşun nedense incitmedi yüreğimi. Anladım ki huzurlusun, gelip durduğun bu sonda. Sinsi, bencil olmayışından da iyice emin oldum. Ölmüşsün, dayanamamışsın artık, belli. Çırpına çırpına yaşasan da temiz olan sonu bulmuşsun kendine. Tembel de değildin herhalde. Tembel olsaydın bu ağacın altında ölmezdin ki... Bir soğuk günde ikimizin de yolu bu yapraksız ağacın altında kesişti senle. İkimizin de yaşamına gölge düşmüş, artık kimsenin gölgeleri umursamadığı bu günlerde. Işık var yine de, değil mi? Gölge, ışığı karartmakta, ama olsun diyorum, olsun. Gölgede olsa da yaşamım, yaşamın o esrarengiz büyüsü ayakta tutmakta çırpınışlarımı.

Beyaz güvercinleri düşünüyorum. Gökyüzünden sürüler halinde uçuşan beyaz barış güvercinlerini. Bir güvercin olmak isterdim, özgür; engin bir gökte süzülmek... Ağzımda bir zeytin dalı olsun, uçarken, zeytin dalını düşürmek isteyen onca bencili umursamadan.

Üşüdük, bu soğuk kış ayazında. Senin tüylerin, benimse kalın giysilerim var. Bu soğuk nasıl işlemez insanın içine?! Kara kış bunun adı. Kara kışlar yaşanacak ki baharlara ulaşalım. Çırılçıplak ağaçların altında donakalmış biz, yeşil dallarla güleceğiz. Ağız dolusu kusacağız öfkemizi, kahkahaya boyayarak. Sen başka bedende bir kuş; ben kendi bedenimde başka bir bahar olacağım.

Burnumun ucu morardı herhalde soğuktan. Eşarbımın ucuyla siliyorum damlayan göz yaşımı. Titriyorum, ruhum da donacak burada birkaç dakika daha kalsam. Bir kutup havasını solumaya başladım. Termosumun ağzını açtım, cephede üşüyen bir asker gibi kafama diktim birkaç yudum, biraz canlanayım diye, ancak yüreğim yorgun. Kaç kat giyinmiştim. Bacaklarımın cansızlaştığını hissediyorum, güvercinim gibi.

Toprağı eşelemek istedim güvercini gömmek için. Vazgeçtim. Hep özgür uçmuş bir canlıyı toprağa hapsetmekten ne fayda?.. Öylece, olduğu gibi bırakıyorum. İçim de elvermedi hani. Biliyorum ki ben gittikten sonra bir it gelip yiyecek güvercinimi. "Yesin," diyorum, "hiç olmazsa ölüsü de işe yarasın." Onu itlere, nankör kedilere yem etme fikri galip geldi bu düşünceme. Toprağı eşelemeye başladım. Ojeli tırnaklarımla güvercinime bir mezar kazdım. Hep yanımda, sırt çantamda taşıdığım köşesi işli beyaz bir mendil vardı. Annemin çeyizime koyduğu mendillerden. Bir kaçını sevdiklerime armağan etmiştim. Belki de birini en sevdiğime uzatmışımdır. Sonuncusu da işte bu, çantamdaki mendil. Sevgilere, ayrılıklara, sevdalara ve... Çıkardım çantamdan mendili, açtım yere, kundak açarcasına üçgen şeklinde. Nasıl da yakıştı mendil yere, sanki karda açan bir kır çiçeği gibi hoş görünüyor toprağın üzerinde. Mendilin nakışlı köşesine güvercinin başını koyuyorum, kundağa sarılan bebekler gibi. Önce ayak ucunu örttüm, sonra da yan taraflarını. Çiçekli işleriyle yüzünü kapadım sonra. Ve avuçlarımın içine alıyorum kundağıyla güvercini; burnuma götürüyorum, koklamak istedim bebeğim gibi. Güzel kokusu. Yoksa yeniden mi doğmuştu güvercinim? Tüylü yüzünü yüzüme sürüyorum usulca. Yüreğim sızlamaya başladı yine. İki damla gözyaşımı mendile siliyorum. Yatırıyorum mezarına zavallı bebeği. Üstünü toprakla kapatmaya içim el vermedi. Üzerine birkaç tane kağıt mendil koyuyorum. Birkaç tane de taş topladım etrafına yerleştirmek için. Bir kulübe gibi çattım temiz taşları kenarına. Sonra toprakla örtüyorum bütün beyazlıkları. Başına beyaz bir taş dikiyorum, yazısız. Elimi çantama uzatıyorum. Kullanmadığım halde yanımda taşıdığım rujumu çıkarıyorum çantamdan. Başucu taşına bir lale çiziyorum. Altına da N.G. yazıp ayağa kalkıyorum. Kendimi bir usta mezarcı gibi hissettim şimdi. Kadından mezarcı olur mu diye düşünüyorum. Neden olmasın?..

Termosumda kalan son çay damlalarını da güvercinin toprağına döktüm. Artık vedalaşmam gerekiyor arkamda bırakacaklarımla. Burnumdan akan suyu eşarbımın ucuyla siliyorum; sonra, ayağa kalkıp içimden bir dua okuyorum. "Hadi güvercinim iyi uç!" deyip çantamı toparlıyorum ardından. Yün eldivenlerimi, hissiz parmaklarıma geçiriyorum. Donmuş ayak parmaklarımın ucuna basa basa ayrılıyorum güvercinimin mezarından. Yuvada bekleyen iki güvercinime doğru yola koyuluyorum…

Kulaklarımda, "Karlı Kayın Ormanı'nda" parçası uğulduyor. Ayaklarım donmuş; beynimse arınmış pek çok kirden, pislikten.

Yoksa ölüm bütün acıları gerçekten kesip dindiren son uyku mu?  

Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
163. Sayı önceki yazı 163. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı  
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye