| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

22.10.2004 Tuba Çiçek - netyorum.com / Sayı: 159

ÇİNGENE OLMAK

Eğer reenkarnasyona inansaydım; bundan önceki yaşantımda bir çingene olduğumu söylemek için hiç tereddüt etmezdim. Yazık ki inanmıyorum. Büyük talihsizlik. İşin yoksa düşün dur şimdi: "Nereden geliyor çingenelerle aramızdaki bu benzerlik?" diye.

Çingenelerle ilk tanışıklığımız, Manisa'da oldu. Hayatımın 12 yılını (6-18 yaş arası) Manisa'da geçirdim. Ve bunun son 6 yılında da, Manisa'nın çingene mahallesinde ikamet ettim. (İnanmazsanız, gidin Akgün Mahallesi muhtarına sorun.) Belki bilirsiniz: Manisa, İzmir gibi Ege illerimizde çingene sayısı hayli fazladır ve bu kentlerde çingene mahalleleri oluşmuştur.

Manisa'daki çingene mahallesi, Manisa'yı İzmir'e bağlayan ana yolun kent çıkışında ve bu yola bağlanan geniş bir caddenin iki yanına dizilmiş gecekondulardan oluşuyordu. Gecekondu dediysem öyle viran halde değildi bu evler. Canlı renklere boyalı, (çingene pembesi, gece mavisi ve fıstık yeşili) bahçeli ve 24 saat hareketli...

Erkekler genellikle düğünlerde müzisyenlik yaparak, ayı oynatarak; kadınlar da dansözlük, şarkıcılık, kalaycılık, eskicilik, falcılık, çiçekçilik yaparak ya da evlere temizliğe giderek aile bütçesine katkıda bulunurlardı.

Çingeneler, tutumlu ve çalışkan değillerdir. Tembel ve işten kaçan insanlar olarak bilinirler. Ama işin aslı öyle değildir. Çok enerjiktirler. Düşük ücretli ve düzenli işlerden uzak durup, daha bağımsız, esnek ve eğlenceli işleri tercih ederler. Bu yüzden tembel olarak algılanırlar.

Gündüz kazandıklarını, akşam çilingir sofrasında tüketirler. Ve o sofraların tadına doyum olmaz. Eh çalgı, çengi, dansöz, geyik, eğlence.... hepsi onlarda. Kadın, kız, erkek, çoluk, çocuk ve hatta yoldan geçen herkes katılır bu şölene. Duyan gelir anlayacağınız.

Herkes kendi kapısının önüne çilingir sofrasını kurar ve ertesi gün ne yiyeceğini düşünmeden günün stresini atar. Zaten, parayla ilgili duyarlılıkları da yoktur. Onlara göre para, eğlenmek için bir araçtır. (Yaşamayı biliyorlar bu adamlar.)

Özellikle yaz akşamlarında, onların eğlencelerine babamla benim gözümüz düşer, annemin şerrinden korktuğumuz için sadece iç geçirmekle yetinirdik. Ancak babamın zaman zaman, anneme çaktırmadan muhabbetlerine katıldığını duyduğum olmuştur.

Belki de genetik bir çingene ruhu var bende. Tabi o zamanlar yaşım küçük olduğundan daha anneme kazan kaldırma cesaretini gösteremiyordum. Heyhat, şimdiki aklım olacaktı ki o şölenleri kaçırır mıydım?

* * *

Çingenelerin eğlence yaratma biçimleri, çilingir sofralarına eşlik eden dans ve müzikle sınırlı değildir. Çok sık ve yaratıcı yalanlar söylerler mesela. Ancak bu yalanlar kötü niyetli değildir. Yalanı ve abartmayı eğlence olarak görürler.

Bu son saptamayı, sadece gözlemlerime dayanarak yapmıyorum elbette. Çingeneleri anlatan bir çok kitapta da, özellikle 'gadje'ye (yani çingene olmayanlara) eğlence amaçlı yalanlar ve abartılı hikayeler anlattıklarından bahsedilir. (Eh abartma ve yaratıcı yalan söyleme konusunda ben de hiç fena değilimdir hani!)

Belki de yeryüzünün en pozitivist azınlığıdır onlar. Sefaletten gocunmazlar ve hatta severler bile. Bahtsızlıklarıyla bile dalga geçerler...

Belki de, yaşadıkları acılarla başa çıkabilmek için, unutmanın ustası olmuşlardır.. Onlar için gelecek ya da geçmiş yoktur.. Sadece şimdiki zamanı yaşarlar.

Şimdiki zamanı yaşarken de bizim önemsediğimiz şeyleri önemsemezler. Öncelikleri yoktur.. O anda yaşanan en taze ve canlı olay neyse, ona konsantre olurlar.. Hiç bir olay, onları sürekli meşgul edemez.

Isabel Fonseca 'Beni Ayakta Gömün - Çingeneler ve Yolculukları-' adlı kitabında, "Çingenelere göre, asıl acı veren şey, 'gerçek' değil, gerçeğin göz ardı edilmesidir. Aşırı gerçekçi ve zalimce dürüsttürler" der. Benim gözlemlerim de bu doğrultudadır. Yaşamla ilgili gerçekleri kabullenip, kör talihi usta işi bir kayıtsızlıkla eğlenceli hale getirmekte üstlerine yoktur.

İzmir - Kordon'da tek başıma oturup bira içtiğim bir gün, falıma bakmak üzere masama yanaşan çingene kadın bunun iyi bir örneğiydi.

Aslında fala inanmam ve hatta sıkılırım da. Ancak 'falcı bacı' çingene olunca, sırf onunla keyifli bir muhabbet yapabilmek umuduyla masama davet ettim.

Sırtına bir eşarpla bağladığı bebeği zayıflıktan ölmek üzereydi. Çingene kadın bebeğinin hasta olduğunu biliyordu ama pek taktığı yoktu. Sohbetimiz esnasında onun kayıtsızlığının beni şaşırtmasını hissetmiş olacak ki, şöyle bir açıklama yapma gereği duydu: "Doktora götürsem, hastalığını öğreneceğim ama tedavisi için gereken parayı bulamayacağım. Hem çocuk boş yere hastanelerde eziyet çekecek hem de tedaviye devam edemeyeceğiz..."

Gerçek, acıydı ama gerçekti işte. Teşhis için gerekli tahlillere yetecek kadar parayı temin edebilecekti ama ya sonrası? Sonrası yoktu, bunu biliyordu. Ve hiç de problem haline getirmiyordu...

Hüzünlü bir hikayesi vardı ama bunu kısa zamanda eğlenceli hale getirmişti. Benim huzursuz olduğumu hisseder hissetmez, "A be boşver bunları, gel bi falına bakayım, yüreğin tazelensin" diyerek; bana dalyan gibi manitalar, bol çocuklu bir evlilik, varlık içinde, hasımlarımı çatlatacak kadar gösterişli bir yaşam öngörerek keyfimi yerine getirmeye çalıştı. (O da ben de yalan söylediğini biliyorduk ama lisanındaki samimiyet ve kayıtsızlık, bu işten keyif almamız gerektiğini söylüyordu.)

Bir çingene şarkısı (El Condor Pasa), şöyle der: "Çivi olmaktansa çekiç olayım; evet çekiç olayım yapabilirsem; kesinlikle çekiç olayım..."

Yaşamlarını geçmişin, geleceğin, acıların, kitapların, ötekilerin, berikilerin yönlendirmesine dayanamadıkları besbelli. Yaşamın çivisi olup çakılmaktansa, çekiç olup yaşamı çakmayı yeğliyorlar. Ve doğrusu bunu gürültülü bir şölen haline getirmeyi de ihmal etmiyorlar.

Bizse çivi misali, kafamıza vurula vurula yaşayıp gidiyoruz. Neden? Çünkü kendimizi kurallara, kadere, topluma vs. bağımlı hissetmek bizi rahatlatıyor.

Kurallar, modeller, gelenekler, kısıtlılıklar varoluşumuza bir zemin oluşturur ve biz de bu zemin üzerinde sorumluluklarımızı bir şeylere/birilerine devrederiz. O zemini yok saydığımız anda, -yani yaşamımızın, seçimlerimizin tamamen bizim elimizde olduğu gerçeğini kabullenince- zeminsizlikle karşılaşırız. Bu da bizi ürkütür. Seçimlerimizin sorumluluğunu üstümüze almaktansa birilerine ve bir şeylere yüklemek işimize gelir.

Elbette bizim kontrolümüzde olmayan şeyler vardır. Ailemizi, tarihimizi, genetik yapımızı biz seçemeyiz ama kontrolümüzde olmayan şeyleri istemek ve bunlar gerçekleşmeyince acı çekmek bizim seçimimizdir.

Kaldı ki, işimizi, eşimizi, alışkanlıklarımızı seçmek bizim elimizde, değil mi?. En azından başımıza gelenlere sahip çıkabiliriz. Aslında, yaşamımızın yazarı büyük ölçüde biziz. Bu sorumluluğu yüklenmesi gereken de...

Bir çoğumuz, 'toplumsal kurallar ve maddi zorluklar özgürlüğümü engelliyor' diyoruz..

Toplumsal kurallar bize engel teşkil ediyorsa, hikayemiz o kuralların dışına taşıyor, kuralları çiğniyor demektir. Kuralları biz yazmamış olabiliriz ama onların dışına çıkmak bizim seçimimizdir. O halde bununla baş etmek de bizim sorumluluğumuzdadır.

Maddi imkanlarımızın üstünde ideallerimiz varsa bu idealleri oluşturan bizizdir. Ya ayağını yorganına göre uzatacaksın, ya da yorgan kısa gelince sızlanmayacaksın. Yani, arzularımızın da sorumluluğu bizdedir..

Çingenelerin maddi imkanları ve toplumsal statülerine bakacak olursak, yeryüzünün en gamlı azınlığı olmaları gerekir. Lakin onlar yaşamı eğlenceli kılmayı, kolektif bir sanat haline getirmeyi başarmışlar.

Dürüst olalım. En azından kendi mutluluğumuzdan, sadece ve sadece kendimizin sorumlu olduğunu kabul edelim. Kullanılmamış ya da toplum, aile, kurallar, para vs. tarafından kullanılmış bir 'ben' yerine; onu biz kullanalım ve çekiçleyip, kendimizden "birşey" meydana getirelim...

Keyifli bir uğraş değil mi sizce de?

Tuba Çiçek


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
159. Sayı önceki yazı 159. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye