|
22.10.2004 Tuba Çiçek - netyorum.com / Sayı: 159
ÇİNGENE OLMAK
Eğer reenkarnasyona inansaydım; bundan önceki yaşantımda bir çingene olduğumu
söylemek için hiç tereddüt etmezdim. Yazık ki inanmıyorum. Büyük talihsizlik.
İşin yoksa düşün dur şimdi: "Nereden geliyor çingenelerle aramızdaki bu
benzerlik?" diye.
Çingenelerle ilk tanışıklığımız, Manisa'da oldu. Hayatımın 12 yılını (6-18 yaş
arası) Manisa'da geçirdim. Ve bunun son 6 yılında da, Manisa'nın çingene
mahallesinde ikamet ettim. (İnanmazsanız, gidin Akgün Mahallesi muhtarına
sorun.) Belki bilirsiniz: Manisa, İzmir gibi Ege illerimizde çingene sayısı
hayli fazladır ve bu kentlerde çingene mahalleleri oluşmuştur.
Manisa'daki çingene mahallesi, Manisa'yı İzmir'e bağlayan ana yolun kent
çıkışında ve bu yola bağlanan geniş bir caddenin iki yanına dizilmiş
gecekondulardan oluşuyordu. Gecekondu dediysem öyle viran halde değildi bu
evler. Canlı renklere boyalı, (çingene pembesi, gece mavisi ve fıstık yeşili)
bahçeli ve 24 saat hareketli...
Erkekler genellikle düğünlerde müzisyenlik yaparak, ayı oynatarak; kadınlar da
dansözlük, şarkıcılık, kalaycılık, eskicilik, falcılık, çiçekçilik yaparak ya da
evlere temizliğe giderek aile bütçesine katkıda bulunurlardı.
Çingeneler, tutumlu ve çalışkan değillerdir. Tembel ve işten kaçan insanlar
olarak bilinirler. Ama işin aslı öyle değildir. Çok enerjiktirler. Düşük ücretli
ve düzenli işlerden uzak durup, daha bağımsız, esnek ve eğlenceli işleri tercih
ederler. Bu yüzden tembel olarak algılanırlar.
Gündüz kazandıklarını, akşam çilingir sofrasında tüketirler. Ve o sofraların
tadına doyum olmaz. Eh çalgı, çengi, dansöz, geyik, eğlence.... hepsi onlarda.
Kadın, kız, erkek, çoluk, çocuk ve hatta yoldan geçen herkes katılır bu şölene.
Duyan gelir anlayacağınız.
Herkes kendi kapısının önüne çilingir sofrasını kurar ve ertesi gün ne
yiyeceğini düşünmeden günün stresini atar. Zaten, parayla ilgili duyarlılıkları
da yoktur. Onlara göre para, eğlenmek için bir araçtır. (Yaşamayı biliyorlar bu
adamlar.)
Özellikle yaz akşamlarında, onların eğlencelerine babamla benim gözümüz düşer,
annemin şerrinden korktuğumuz için sadece iç geçirmekle yetinirdik. Ancak
babamın zaman zaman, anneme çaktırmadan muhabbetlerine katıldığını duyduğum
olmuştur.
Belki de genetik bir çingene ruhu var bende. Tabi o zamanlar yaşım küçük
olduğundan daha anneme kazan kaldırma cesaretini gösteremiyordum. Heyhat,
şimdiki aklım olacaktı ki o şölenleri kaçırır mıydım?
* * *
Çingenelerin eğlence yaratma biçimleri, çilingir sofralarına eşlik eden dans
ve müzikle sınırlı değildir. Çok sık ve yaratıcı yalanlar söylerler mesela.
Ancak bu yalanlar kötü niyetli değildir. Yalanı ve abartmayı eğlence olarak
görürler.
Bu son saptamayı, sadece gözlemlerime dayanarak yapmıyorum elbette. Çingeneleri
anlatan bir çok kitapta da, özellikle 'gadje'ye (yani çingene olmayanlara)
eğlence amaçlı yalanlar ve abartılı hikayeler anlattıklarından bahsedilir. (Eh
abartma ve yaratıcı yalan söyleme konusunda ben de hiç fena değilimdir hani!)
Belki de yeryüzünün en pozitivist azınlığıdır onlar. Sefaletten gocunmazlar ve
hatta severler bile. Bahtsızlıklarıyla bile dalga geçerler...
Belki de, yaşadıkları acılarla başa çıkabilmek için, unutmanın ustası
olmuşlardır.. Onlar için gelecek ya da geçmiş yoktur.. Sadece şimdiki zamanı
yaşarlar.
Şimdiki zamanı yaşarken de bizim önemsediğimiz şeyleri önemsemezler. Öncelikleri
yoktur.. O anda yaşanan en taze ve canlı olay neyse, ona konsantre olurlar.. Hiç
bir olay, onları sürekli meşgul edemez.
Isabel Fonseca 'Beni Ayakta Gömün - Çingeneler ve Yolculukları-' adlı
kitabında, "Çingenelere göre, asıl acı veren şey, 'gerçek' değil, gerçeğin göz
ardı edilmesidir. Aşırı gerçekçi ve zalimce dürüsttürler" der. Benim gözlemlerim
de bu doğrultudadır. Yaşamla ilgili gerçekleri kabullenip, kör talihi usta işi
bir kayıtsızlıkla eğlenceli hale getirmekte üstlerine yoktur.
İzmir - Kordon'da tek başıma oturup bira içtiğim bir gün, falıma bakmak üzere
masama yanaşan çingene kadın bunun iyi bir örneğiydi.
Aslında fala inanmam ve hatta sıkılırım da. Ancak 'falcı bacı' çingene olunca,
sırf onunla keyifli bir muhabbet yapabilmek umuduyla masama davet ettim.
Sırtına bir eşarpla bağladığı bebeği zayıflıktan ölmek üzereydi. Çingene kadın
bebeğinin hasta olduğunu biliyordu ama pek taktığı yoktu. Sohbetimiz esnasında
onun kayıtsızlığının beni şaşırtmasını hissetmiş olacak ki, şöyle bir açıklama
yapma gereği duydu: "Doktora götürsem, hastalığını öğreneceğim ama tedavisi için
gereken parayı bulamayacağım. Hem çocuk boş yere hastanelerde eziyet çekecek hem
de tedaviye devam edemeyeceğiz..."
Gerçek, acıydı ama gerçekti işte. Teşhis için gerekli tahlillere yetecek kadar
parayı temin edebilecekti ama ya sonrası? Sonrası yoktu, bunu biliyordu. Ve hiç
de problem haline getirmiyordu...
Hüzünlü bir hikayesi vardı ama bunu kısa zamanda eğlenceli hale getirmişti.
Benim huzursuz olduğumu hisseder hissetmez, "A be boşver bunları, gel bi falına
bakayım, yüreğin tazelensin" diyerek; bana dalyan gibi manitalar, bol çocuklu
bir evlilik, varlık içinde, hasımlarımı çatlatacak kadar gösterişli bir yaşam
öngörerek keyfimi yerine getirmeye çalıştı. (O da ben de yalan söylediğini
biliyorduk ama lisanındaki samimiyet ve kayıtsızlık, bu işten keyif almamız
gerektiğini söylüyordu.)
Bir çingene şarkısı (El Condor Pasa), şöyle der: "Çivi olmaktansa çekiç olayım;
evet çekiç olayım yapabilirsem; kesinlikle çekiç olayım..."
Yaşamlarını geçmişin, geleceğin, acıların, kitapların, ötekilerin, berikilerin
yönlendirmesine dayanamadıkları besbelli. Yaşamın çivisi olup çakılmaktansa,
çekiç olup yaşamı çakmayı yeğliyorlar. Ve doğrusu bunu gürültülü bir şölen
haline getirmeyi de ihmal etmiyorlar.
Bizse çivi misali, kafamıza vurula vurula yaşayıp gidiyoruz. Neden? Çünkü
kendimizi kurallara, kadere, topluma vs. bağımlı hissetmek bizi rahatlatıyor.
Kurallar, modeller, gelenekler, kısıtlılıklar varoluşumuza bir zemin oluşturur
ve biz de bu zemin üzerinde sorumluluklarımızı bir şeylere/birilerine
devrederiz. O zemini yok saydığımız anda, -yani yaşamımızın, seçimlerimizin
tamamen bizim elimizde olduğu gerçeğini kabullenince- zeminsizlikle
karşılaşırız. Bu da bizi ürkütür. Seçimlerimizin sorumluluğunu üstümüze
almaktansa birilerine ve bir şeylere yüklemek işimize gelir.
Elbette bizim kontrolümüzde olmayan şeyler vardır. Ailemizi, tarihimizi, genetik
yapımızı biz seçemeyiz ama kontrolümüzde olmayan şeyleri istemek ve bunlar
gerçekleşmeyince acı çekmek bizim seçimimizdir.
Kaldı ki, işimizi, eşimizi, alışkanlıklarımızı seçmek bizim elimizde, değil mi?.
En azından başımıza gelenlere sahip çıkabiliriz. Aslında, yaşamımızın yazarı
büyük ölçüde biziz. Bu sorumluluğu yüklenmesi gereken de...
Bir çoğumuz, 'toplumsal kurallar ve maddi zorluklar özgürlüğümü engelliyor'
diyoruz..
Toplumsal kurallar bize engel teşkil ediyorsa, hikayemiz o kuralların dışına
taşıyor, kuralları çiğniyor demektir. Kuralları biz yazmamış olabiliriz ama
onların dışına çıkmak bizim seçimimizdir. O halde bununla baş etmek de bizim
sorumluluğumuzdadır.
Maddi imkanlarımızın üstünde ideallerimiz varsa bu idealleri oluşturan bizizdir.
Ya ayağını yorganına göre uzatacaksın, ya da yorgan kısa gelince
sızlanmayacaksın. Yani, arzularımızın da sorumluluğu bizdedir..
Çingenelerin maddi imkanları ve toplumsal statülerine bakacak olursak,
yeryüzünün en gamlı azınlığı olmaları gerekir. Lakin onlar yaşamı eğlenceli
kılmayı, kolektif bir sanat haline getirmeyi başarmışlar.
Dürüst olalım. En azından kendi mutluluğumuzdan, sadece ve sadece kendimizin
sorumlu olduğunu kabul edelim. Kullanılmamış ya da toplum, aile, kurallar, para
vs. tarafından kullanılmış bir 'ben' yerine; onu biz kullanalım ve çekiçleyip,
kendimizden "birşey" meydana getirelim...
Keyifli bir uğraş değil mi sizce de?
Tuba Çiçek
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel
yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine
tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya
link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|