| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

22.10.2004 Alkım Saygın - netyorum.com / Sayı: 159

BİR POPÜLER KÜLTÜR ELEŞTİRİSİ

80'lerin sonu 90'ların başından bu yana Türk insanı, büyük bir "kültürsüzleş(tiril)me politikası"na maruz bırakıldı: hem iktidar seçkinleri, hem yerli sermaye hem de yabancı sermaye tarafından. 80'lerin başından itibaren Türk insanını depolitize etme çabalarının bir götürgüsü olarak iktidar seçkinleri, 90'ların başından ve özellikle de ortalarından itibaren 80'lerde kazandığı ekonomik itilimle popüler kültür metaları yaratarak insanları bilinçsizce tüketir bir hale getiren yerli sermaye ve 90'ların ortalarından itibaren de yerli sermayenin "ithal" ettiği ürünlerle yerleştirilmeye çalışılan Amerikan yaşam tarzına uygun insan modeli üzerinden yaptığı sömürüyle yabancı sermaye, Türk insanının kültürsüzleş(tiril)mesi için her yolu mubah saydı. Bugün "egemen kültür" haline gelen "televole kültürü"nün çekirdeği, böylelikle şekillenmiş oldu. İktidar seçkinleri, siyasal handikaplarını kamufle etmek için, "televole kültürü"nün yayılmasına zemin hazırlamaktan (da) sakınmayınca, insanımızın sürüklendiği depolitizasyon, devasa boyutlara ulaştı. Medya kuruluşlarına aktarılan kaynaklar, iktidar seçkinlerinin amaçlarını yansıtan en somut gösterge olsa gerek. İçte ve dışta yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılara bağlı olarak Türk insanını olup bitene yabancılaştırmak için onun kültürsüzleş(tiril)mesi, popüler kültür metaları aracılığıyla da ideallerinin silinmesi, özellikle de "genç" insanlarımıza yeni bir kimliğin sürekli aşılanması, Türk insanını bir "bunalım çağı"na sürükledi. Bu bunalım çağını aşmak için "kurtarıcı" beklememek gerektiğini anlayan kimileri, şimdilerde çok sık yinelenen bir söylem haline gelen "dip dalgası"nın içinde yer almayı tarihsel, toplumsal ve kültürel bir görev olarak görmekte. Medya bu "ideallerin silinmesi"ne bazen doğrudan bazen de dolaylı yoldan en büyük katkıyı yaptı. Medyanın bu fonksiyonu hakkında, yakın tarihimiz üzerinden bir değerlendirmede bulunarak ortaya konabilecekler, önünde sonunda Türk toplumunun yaşayageldiği kültürsüzleş(tiril)me politikasına gelir dayanır. Bunun nedeni çok açık: her bir toplumsal kurum, belli bir toplumun kendi ihtiyaçları, beklentileri vb.. doğrultusunda şekillenir. Hal böyle olunca da medya ile Türk insanının kültürsüzleş(tiril)me politikaları, karşılıklı olarak birbirini şekillendiren bir kısırdöngüsel durum yaratır.

Ben bu çalışmada, temelleri 80'lerde atılan ve 90'lara gelindiğinde doruk noktasına ulaşan kültürsüzleş(tiril)me politikalarını, medyada yapılıp edilenlere bakarak inceleyeceğim. Bunu yaparken de, nereden nereye gelinmiş olduğunu gösterebilmek ve dolayısıyla neler yapılabileceğine dikkat çekmek adına tarihsel bir bakışla iş göreceğim. Medya kurumları üzerinden de gazetecilik ve televizyonculuk üzerinde duracağım: medyanın bu kültürsüzleş(tiril)me politikalarına doğrudan veya dolaylı olarak verdiği desteğin en açık göstergesi, bu iki alan üzerinden incelenmeye en elverişli olanıdır: çünkü bu iki alanın yaygınlığı, diğerlerinin çok ötesindedir. Daha sonra da bu "yaygınlık" ve "güç" kullanılarak popüler kültür içinde Türk insanını "bunalım çağı"ndan kurtarabilecek olası çözüm yollarının nasıl tıkanageldiğini serimleyerek bir popüler kültür eleştirisi yapacağım.

*

Tarihi belgelere bakılırsa, Osmanlı'daki ilk gazetecilik faaliyetleri Fransızların çalışmalarıyla başladı: Büyükelçi Verninac'ın katkılarıyla 1795'de yayınlanan 'Bulletin des Nouvelles' ve daha sonra da Aubert Dubayet'in yardımıyla 1796'da çıkartılan 'Gazette Française de Constantinople' Osmanlı'nın ilk gazeteleri oldu. Osmanlı, ilk Türkçe gazetesine İkinci Mahmut döneminde kavuştu: 'Takvim-i Vakayi'. İkinci Mahmut'un bu gazeteyi çıkartmaktaki amacı, Osmanlı aydınlarına ve devlet görevlilerine, yapılıp edilenler hakkında bilgi vermekti. İkinci Mahmut Dönemi'nde Takvim-i Vakayi, bugün bizim anladığımız anlamda bir tür "Resmi Gazete" gibi bir şeydi. Osmanlı, ilk "özel gazete"sine ise 3 Temmuz 1840'da William Churchill adlı bir İngiliz'in çıkarttığı 'Ceride-i Havadis'le sahip oldu.

Ülkemizde gazeteciliğin, "toplumu etkileyen fikirler yaymak" gibi bir özelliği olduğu, Abdülhamid döneminde anlaşıldı. O kadar ki, statükoya zarar verebileceği düşünülen fikirler üzerinde "sansür" uygulamaya da yine bu dönemlerde başlandı.

Cumhuriyet'in kurulma aşamasında Anadolu basınının üstlendiği rol ise, özellikle de ulusal bağımsızlık mücadelesinin başarıyla sonuçlanması noktasında kuşkusuz son derece önemli oldu. Kamuoyunun tehlikenin önemi ve büyüklüğü hakkında bilgilendirilmesi\bilinçlendirilmesi, ulusal kurtuluşa doğru giden yolda yapılan en büyük katkılardan biri oldu. Cumhuriyet'in kurulmasının ardından devrimlerin benimsetilmesi ve kökleştirilmesi noktasında da yine Anadolu basınına büyük bir "görev" düşüyordu. Halktan gelebilecek olası karşı çıkışlar, bu yolla önlenmeye çalışıldı.

Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü döneminde, basın yoğun bir "sansür"le karşılaştı: İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı atmosfer içinde birtakım şeylerin basın tarafından dillendirilmesi, iktidar tarafından engellendi. Basın üzerindeki bu anti-demokratik uygulamalar, 1950'de Demokrat Parti'yle "yeniden" tesis edilen "demokrasi" ortamında aşılabilir diye umut ediliyordu ki, 1954 seçimlerinden hemen sonra, Demokrat Parti'nin basın üzerinde "sansür" uygulaması ve "iktidarın nimetleri"nden faydalanarak basını "kontrol altında tutma"sı, bu beklentileri boşa çıkarttı. Bu durumun bu şekilde daha fazla sürdürülemeyeceğini düşünen basın, arkasına "halk muhalefeti"ni de alarak 1960 ihtilaline ortam hazırladı. Basın, oldukça kollektif bir biçimde "halk muhalefeti"ni iktidar aleyhine örgütledi. İhtilalin hemen ardından yapılan yeni düzenlemelerle, iktidarların basın üzerinde "egemenlik kurma talepleri"ni engelleyecek birtakım değişiklikler yapıldı.

60'ların bu "serbestlik" ortamı içinde, politik söylemlerin taraftar toplaması zor değildi. 12 Mart'a kadar geçen süreç içinde basın, politik söylemler arasında tartışmaların en yoğun bir biçimde yapıldığı bir zemindi. Bu dönemde basın, iktidarın politikalarının, dünyada olup bitenlerin, vb.. politik söylemlere göre tartışılıp değerlendirildiği bir ortam yaratmayı başarabilmişti. Daha sonraları pek çok gazeteci hakkında soruşturmaların açılmasına ve pek çoğunun çeşitli cezalara çarptırılmasına neden olan bu politik söylem savunusuna ülke tarihimizde bir daha hiç rastlamadık..

1980 askeri müdahalesinin ardından, "geçmiş tecrübelerin belirleyiciliği"yle "depolitizasyon" sürecine sürüklenen basın, beraberinde Türk insanını da apolitikleştirmeye başladı. Artık ne "toplumu etkileyen fikirler" yayılıyor, ne kamuoyunun bilinçlendirilmesine çalışılıyor, ne olup bitenler politik söylemler çerçevesinde tartışılıp değerlendiriliyordu. 12 Eylül dönemi zihniyeti, basında salt magazinel içerikli yayınların aktarılmasına neden oldu. 60'ların "serbestlik"i, salt "magazinel serbestlik" haline dönüştürüldü. Hapse atılan nitelikli gazetecilerin sayısının çokluğu da, bu magazinelleşmenin dayattıklarına basın içinden bir iç tepki doğmasını engelleyebildi. Askeri iktidarın ardından da yine oldukça bilinçli bir biçimde magazine yöneltilen basına aktarılan kaynaklar, magazinsel basının iktidar için taşıdığı önemin bir göstergesi olsa gerek. İktidar seçkinleri tarafından, "düşünmeyen", "sorgulamayan", "olup bitenle ilgilenmeyen" apolitik bir kitle yaratılmak isteniyordu ki, bu kitlenin kültürsüzleş(tiril)mesi, bu yapılmak istenenlerin hem bir sonucu hem de bir güvencesi olabilirdi.

90'ların başından itibaren, basın alanında tekelleşme ve bu tekelleşmenin kemikleşmesi, verilen haberlerin "objektifliği"ne halel getirecek düzeye ulaştı. 80'lerde aldıkları "teşvik"lerle bu tekelleşmeyi sağlayan yerli sermaye, iktidar seçkinleriyle "göbek bağı"nı andırır bir ilişkiye geçti. Basın alanında tekelleşen sermaye, Türk insanının "haber alma özgürlüğü"nü "sömürmek" yoluyla hem iktidar seçkinlerinin hem de kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyunu yönlendirdi.

*

90'ların başında yaşanılan bir diğer önemli gelişme de TRT tekelinin kırılması ve özel televizyon kuruluşlarının birbirinin peşi sıra kurulmasıdır. İmdi, bir de "televizyonculuk"a bakalım ve Türk insanının nasıl bir bunalım çağına sürüklendiğini, kültürsüzleş(tir)me politikaları çerçevesinde inceleyelim:

80'li yıllardan itibaren devlet kredileriyle yükselişe geçen yerli sermaye, kendi varlık koşullarını sürdürebilmek ve sermaye artışını sağlayabilmek için bilinçsizce ve sürekli tüketen ve "ortak beğeni"ye sahip yığınların varlığını gereksedi. Bu yığınlar, sermayenin "hayat güvencesi" olacaktı. Bu nedenle sermaye, medyaya, ama en çok da "özel televizyonculuk"a merak saldı. 90'lardan önce, TRT tekelinin kırılmasına henüz imkan yoktu. 90'lar, beraberinde "özel televizyonlar"ın kurulmasına zemin hazırlayacak koşulları da beraberinde getirince, ilk özel televizyonumuz "yasak" bir biçimde kuruldu. Kısa zamanda özel televizyonlarımızın sayısında geometrik bir artış ortaya çıktı. Televizyon programları için de farklı "alternatifler" sunuldu.

Bu "alternatifler"den ikisi olan eğlence programları ve sabun köpüğü dizileriyle, Türk insanının kültürsüzleş(tiril)mesi için olanca güç seferber edildi. Çünkü ancak bu yolla iktidar, siyasal handikaplarını kamufle etmeye devam edebilecek ve sermaye de, kendi gereksinmelerini karşılamak için gereksediği insan modelini yaratabilecekti. Sermayenin bu amacını gerçekleştirmede en önemli silahı, "kültürsüzleş(tir)me"ydi: bu yolla önlerine konulanlarda yetinen, "magazin" olandan başka bir şeye ilgi duymayan, "magazin" programlarında gördüğü kimselere özenen ve bu yolla onları taklit etme amacına dönük bir biçimde hızlı "tüketen", kendini sabun köpüğü dizilerinin "kalbi kırık güzel"leriyle ya da "beyaz atlı prensler"iyle özdeşleştiren, toplumda olup bitenleri ancak birer "geyik" malzemesi olarak kullanmaktan başka bir amaçla dert edinmeyen vb.. insanlar yaratılabildi. Bu durum da iktidar seçkinlerinin işine geliyordu. Geniş insan kitlelerinin önüne konan ve onlara "ideal" olarak sunulan bu sabun köpüğü dizileri kahramanlarından, tüm dünyada olduğu kadar ülkemizdeki bu tür dizilerden de "ideal tip"ler (bu deyimin Weberci anlamından farklı olarak) oluşturuldu ve insanlarımızın bunları benimsemesi sağlatıldı. Haber programlarında sunulan haberlerin bile birer magazin malzemesi haline getirilmesi, haberlerin bir eğlence metası haline dönüştürülmesi, olup bitenin bir tür eğlence biçiminde alımlanmasına neden oldu ve oluyor. Haber programlarıyla yapılan manipülasyonlar da cabası. Televizyon sahibinin kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda "yorumlanan" haberlerin sunumu, insanları belirli yönlere yönlendirme amacı güdüyor. Üstelik kendi yaptıkları manipülasyonları haklı çıkartmak adına, "habercilik"in de salt haberi olduğu gibi aktarmaya yönelik değil; aynı zamanda da "yorumlama"ya dayalı bir iş olmak gerektiğinin altı çiziliyor. Televizyonlara reklam veren sponsor firmaların çıkarlarını zedeleyebileceği düşünülen haberlerin atlanabildiği gerçeği de karşımızda duruyor. Amerika menşeyli "yabancı diziler"le gelen Amerikan yaşam tarzı özentisi ise, yine sermayenin, ama bu kez de uluslar arası sermayenin amaçlarına uygun insan modeli yaratma gereksinimin bir sonucu. Önünde sonunda sermaye, insanımızı içinden çıkamayacağını düşündürttüğü bir kısır döngünün içine hapsediyor. Ve sonuç: bir bunalım çağına sürüklenen Türk insanı..
Sermaye bu amaçları doğrultusunda, 90'ların ortalarından itibaren popüler kültür metaları yaratmayı kendine görev bildi. Bu metalar aracılığıyla "hızlı tüketim"i arttırıp, "iktidar seçkinleri"yle olan "göbek bağı"na da uygun bir biçimde kamuoyuna "oyalansınlar" diye bol bol malzeme vermiş olacaktı. Bu popüler kültür metalarının, insanları eğlendirmesine özen gösterildi: bu metalar insanları bir de "eğlendirme"yi başarabildi mi, seksenlerden buyana magazinelleşmenin "in" olduğu ülkemizde bu metaların, "televizyon" aracılığıyla "pazarlanması" da kaçınılmaz olacaktı. Bir zaman geçtikten sonra "iyi" ve"kötü"ler, medya patronlarının belirlemesine kaldı: topluma ne "iyi" olarak takdim edilirse o "iyi"; ne "kötü" diye takdim edilirse de o "kötü" oldu. Böylelikle de temelleri 80'lerde atılan televole kültürü, kemikleşti. Günümüzde ise, "star yarışması" enflasyonu, popüler kültürün, insanı nasıl metalaştırdığını çok açık bir biçimde gösteriyor. Bu yarışmalarda (da) topluma "model" olarak sunulanlar, bir bunalım çağında bulunan insanımızı, bu bunalım çağından çıkmalarını sağlayabilecek insanların yetişmesini\bilinçlenmesini engelliyor.

*

19. yy insanı ile 20. yy insanını birbirinden ayıran en önemli unsur, "ideallerin olmayışı" meselesidir: 19. yy insanı, kendini, doğruluğu-yanlışlığı, geçerliliği-uygunsuzluğu bir tarafa, birtakım ideallere adamıştı. 20. yy'da ideallerini kaybeden insanlık, vahşileşen kapitalizmin boyunduruğu altına girince, kendisine yeni idealler koyamayacağı ve koysa bile bu idealleri gerçekleştirmede başarıya ulaşamayacağı duygusuyla kalakaldı. Popüler kültür içinde metalaşan insan, Batı'da olduğu gibi ülkemizde de, "kurban kimliği"ne sarınmayı ve "korku kültürü" içinde kendine "güvenli" bir "yeni etiket" oluşturmayı marifet sanıyor. Oysa ki, Türk insanının kültürsüzleş(tiril)mesi çabalarına öncülük edenlerin de bilebileceği bir gerçek vardır: insan, salt neden-etki yasalarına tabi değil; aynı zamanda da amaç-eylem ilişkileri içinde kendine dünya kurabilen bir varlıktır. Şu an Türk insanının içinde bulunduğu bunalım çağının aşılabilmesi için de, öncelikle bunun görülmesi gerekmektedir. Popüler kültür metaları kullanılarak iktidar seçkinlerinin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda Türk insanının kültürsüzleş(tiril)mesine son vermeye çalışmak için, Türk insanının önüne yeni idealler koymak lazımdır. Bunun gerçekleşebileceğini umut etmek ve bu doğrultuda kenetlenmek, "romantik bir handikap" olmasa gerek!..

* * *

KAYNAKÇA:
M. Naci Bostancı, Toplum, Kültür ve Siyaset; Vadi Yayınları, Kasım 1995
Eyüp Coşkun, Türk Basınında Basın Hürriyeti ve Sansür; Genç Basın, Sayı: 2, Ağustos-Eylül 1987
Halil Nebiler, Medyanın Ekonomi Politiği; Sarmal Yayınevi, İstanbul 1995
Murat Özgen, Türkiye'de Basının Gelişimi ve Sorunları; İ.Ü. İletişim Fakültesi Yayınları, İstanbul, Mayıs 2000

Alkım Saygın
e-posta: alkimsaygin@mynet.com


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
159. Sayı önceki yazı 159. Sayı sonraki yazı
  Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye