| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | | www.netyorum.com |
|
"İstanbul Mekanları" 20.02.2003 Zafer Sönmez - netyorum.com / Sayı: 122
Bazen bu şehrin kalabalığının içine vurup kendimi, dalgalı bir denizde yüzer
gibi sürekli kalabalığa doğru yürümek için öldüresiye bir istek duyuyorum...
Kalabalığın içine gireyim, ama kimse tanımasın beni. Dükkanlara bakmama gerek
yok, gelenlerin yüzlerine bakmama da. O yolu ezbere bilmesem de, yol beni alsın
götürsün içine, derinliklerine... Her köşesinden bir bilinmeyen karşılasın beni.
Ama, benim sadece benim olan köşeleri de olsun. Orada sadece ben olmasam da,
sadece ben hissedeyim orada öylece... Buranın yolları yokuş olsun, itiş kakış
olsun, karmakarışık ve şımarık olsun... Arnavut kaldırım olsun, olamıyorsa düz
beton olmasın, varsın kare taşlar olsun. Taşların araları kırık olsun. Bir
kırmızı bir beyaz döşenmiş olsun. En azından böyle olması amaçlansın ama yine de
kırık olan yerlerine yağmur suları dolsun. Yağmur yağdığında ben gideyim o kırık
taşlara basayım. Üstüm başım ıslansın. Ama ayakkabımın içine su girmesin, girmek
istese bile izin istesin. Bu sokak benim olsun ama herkesle paylaşabileyim.
Mülkü olmasa bile üstü benim olsun. Altını ben sormayayım o da söylemesin.
Karnım doysun, gözüm dönsün, cebimse dolmasa da olsun. Sokağın gönlü geniş
olsun. Bu sokak içimde olsun, uzak olsa bile yakın olsun. Bu sokağın bir sonu
olsun ama sona gelince başa dönmesi kolay olsun. Girişi de çıkışı da bana bağlı
olsun. Sokağın başı buyruk olsun, ama dizimin de yanında olsun. Dileneni olsun,
dinleyeni olsun, adamı olsun, kızı olsun, kolluk kuvveti olsun, kolluk
kuvvetinden kaçanı olsun. Teröristi olsun, anarşisti olsun, pasifisti olsun,
sofisti olsun ve olsun da olsun. Bu sokağın içi dolsun. Sokağın adı olsun. Adını
herkes koysun... Özgür olsun, hür olsun, İstiklal olsun... Tünelimiz 10 Haziran 1869 tarihinde faaliyete başlamış. Londra Metrosu sadece 6 yıl, New York Metrosu ise 1868 yılında yani sadece bir yıl önce faaliyete başlamıştır. Kuruluş hikayesini biraz abartarak anlatmak gerekirse Eugene-Henri Gavand isimli Fransız mühendis Yüksekkaldım'dan Pera'ya çıkmak için yorulmuş olacak ki - o zamanlar günde 40.000 kişi bu yolu kullanırmış - bu iki yolu birbirine bağlayacak bir tünel yapmaya karar vermiş. Bir başka rivayet de ilgili mühendisin bir gün çok içerek Pera'dan yuvarlana yuvarlana Galata'ya kadar geldiği ve nihayetinde ahtedip buraya bir tünel kurdurduğudur ki, bu rivayeti ben anlatsam bile inanmamanızı salık veririm. İlk modeli buharlı imiş daha sonraki sistem ise elektrikli yapılmış. Tünelin ilk zamanları ahali pek korktuğu için sadece yük ve hayvan taşıması yapılmış. Şimdiki halinde ise çoğunlukla insan taşıması yapılmaktadır. [Cümlenin içindeki teşbih-i beliği kimse üzerine alınmasın.] Tünelin güzel tarafı, içine girince insana kendini 40 saniyeliğine de olsa
farklı bir yerde, adı konulmamış ve hiç bitmeyecek olan güzel bir seyahatte
olduğunuzu hissettirmesi. Hani okul tatil olur da otobüsle eve doğru garip bir
sevinçle gidersiniz ya onun gibi bir şey. Ama herşey 40 saniyede olur biter. 20.
saniyede yanınızdan bir vagon geçer, seramik duvar karolarını görürsünüz, yerde
yaşayan fareler var mı diye merak edersiniz, sisli ve sarı ışıkla dolu tünelin
ne zaman biteceğini merak edersiniz. Herşey daracık, sıkışık, sayılamayacak
kadar uzun 40 saniyede biter. Tünel durur, hayat durur. Kalp son kez pompalar o
kanı. Vatandaş iner, tünel biter. Yeni bir hayat başlar. Tünel Pera'dan
Galata'ya iner. Yine bir 40. saniyedir olanla biten... Herkesi davet ederim.
Dünyanın en eski tüneli sizleri bekliyor. Kucak açmış, bir belediye otobüsü
fiyatına hem akbil de geçiyor.. Markiz Pastanesi'nin ilk yerinde Lebon Pastanesi varmış. Pastane 19. yy. ortalarında Fransız Büyükelçiliğinin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış. Pastaları o kadar meşhurmuş ki Orient Ekspes'le İstanbul'a gelen misafirler öncelikle Lebon'a uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurtdışına Lebon'dan pasta götürenler bile olurmuş. Lebon Pastanesi'nin duvarlarında benim de çıplak gözle görebilme şansına eriştiğim iki tane boydan boya kaplı seramik tablo bulunuyor. Bunlar ilkbahar ve sonbaharı temsil etmektedir. İlk yapıldığı zamanlar yaz ve kış için de iki tablo varmış ama sonra nedense kaybolmuşlar. Bu tabloları Pera Palas Oteli'nin mimarı Alexandre Vallaury tasarlamış. İçerisi toz içindeyken gördüğüm Markiz Pastanesi'nin (eski Lebon) tek toz almayan yeri bu panolardı. Panolarda hem mevsimi temsil eden bir kadın figürü ve arkasında pastoral bir güzellik bulunuyor. İçini göremeseniz bile dışarıdan biraz kafanızı uzatınca bile bu güzellikleri yan yana dururken görebilirsiniz. Evet evet iki elinizi kafanızın iki yanına koyun ki ışık gördüğünüz güzellikleri engellemesin... Markizin içindeki vitraylar da seramik tablolar kadar ünlüdür. Vitrayların
altında Mazhar Resmor imzası bulunuyor... İçerinin tüm anıları ile birlikte...
Lebon Pastanesi daha sonraları yolun karşısına geçer ve 1940'larda ise kapanır.
Eski yerinde ise Markiz isimli zamanın en önemli buluşma mekanlarından biri
yerini alır. Lebon ve Markiz'in önemli müdavimleri arasında Yahya Kemal, Namık
Kemal, Haldun Taner, Ahmet Haşim gibi sanatçılar bulunur. Lebon'a zamanında
şapkasız beyefendi ve hanımefendiler giremezmiş. Hatta bunun için pasajın içine
bir şapkacı bile açılmış. Markiz 50'lerin sonunda kapanır. Mekanı bir oto yedek
parçacısı alır. Haldun Taner'in girişimleri ile 1977 yılında Eski Eserler ve
Anıtlar Yüksek Kurulu Korumaya alır. Daha sonradan şu an ki Richmond Otelin
sahipleri satın alır ve Markiz tekrar eski günlere dönmek için rüyalar görmeye
başlar. Umarım bu rüya kısa sürer. Şimdilerde Haldun Taner'in temsili resmi
camın arkasından bizleri selamlamaktadır. Saygılarımla, netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye |