| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

"İstanbul Mekanları" 20.02.2003 Zafer Sönmez - netyorum.com / Sayı: 122

İSTANBUL UZAYLILARI İÇİN BEYOĞLU ÇIKARMASI - 1
- TÜNEL, K.V., MARKİZ VE LEBON...
SÖZLÜĞE GEREK YOK, OKUYUN YETER..!

Bazen bu şehrin kalabalığının içine vurup kendimi, dalgalı bir denizde yüzer gibi sürekli kalabalığa doğru yürümek için öldüresiye bir istek duyuyorum... Kalabalığın içine gireyim, ama kimse tanımasın beni. Dükkanlara bakmama gerek yok, gelenlerin yüzlerine bakmama da. O yolu ezbere bilmesem de, yol beni alsın götürsün içine, derinliklerine... Her köşesinden bir bilinmeyen karşılasın beni. Ama, benim sadece benim olan köşeleri de olsun. Orada sadece ben olmasam da, sadece ben hissedeyim orada öylece... Buranın yolları yokuş olsun, itiş kakış olsun, karmakarışık ve şımarık olsun... Arnavut kaldırım olsun, olamıyorsa düz beton olmasın, varsın kare taşlar olsun. Taşların araları kırık olsun. Bir kırmızı bir beyaz döşenmiş olsun. En azından böyle olması amaçlansın ama yine de kırık olan yerlerine yağmur suları dolsun. Yağmur yağdığında ben gideyim o kırık taşlara basayım. Üstüm başım ıslansın. Ama ayakkabımın içine su girmesin, girmek istese bile izin istesin. Bu sokak benim olsun ama herkesle paylaşabileyim. Mülkü olmasa bile üstü benim olsun. Altını ben sormayayım o da söylemesin. Karnım doysun, gözüm dönsün, cebimse dolmasa da olsun. Sokağın gönlü geniş olsun. Bu sokak içimde olsun, uzak olsa bile yakın olsun. Bu sokağın bir sonu olsun ama sona gelince başa dönmesi kolay olsun. Girişi de çıkışı da bana bağlı olsun. Sokağın başı buyruk olsun, ama dizimin de yanında olsun. Dileneni olsun, dinleyeni olsun, adamı olsun, kızı olsun, kolluk kuvveti olsun, kolluk kuvvetinden kaçanı olsun. Teröristi olsun, anarşisti olsun, pasifisti olsun, sofisti olsun ve olsun da olsun. Bu sokağın içi dolsun. Sokağın adı olsun. Adını herkes koysun... Özgür olsun, hür olsun, İstiklal olsun...

Bu ne kadar sürer bilemem ama birazcık İstiklal Caddesi ve genel olarak da Beyoğlu'ndayız. Buraya kadar suriçinin bilinmeyenlerinde gezdik. Kısa bir ara verip İstanbul Mekanları'nı cümle aleme açıyoruz...

İstiklal Caddesi'ne herkes gibi Taksim'den gireceğimi zannetmeyin... Ben nedendir bilinmez bu sokağa ilk adımımı attığım yerden başlayacağım. Karaköy Tünel girişinden. İstanbul'a ilk defa üniversite için geldiğimde İstiklal Caddesi'nin varlığından bile haberim yokken Karaköy Tünel girişinden tramvaya atlayarak ilk adımımı atmıştım bu büyülü toprağa. Zaten eğer büyülü bir şekilde başlıyorsa bir şey siz izin vermedikçe bu büyü ortadan kaybolmaz. Yaklaşık 11 yıldır bu büyüyü en az haftada bir kere yaşatıyorum bu naif ve uçsuz bucaksız dimağa...

Belki hala bilmeyenler ya da görmeyen "İstanbul Uzaylıları" vardır diye hatırlatmakta yarar var. İstanbul'da Galata'yı Pera'ya bağlayan bir tünel var. Tünelin en önemli özelliği Dünya'nın en eski üçüncü tüneli olmasıdır uzaylı kardeşim. [Yabancılarla kurmaya çalıştığım samimi havayı derinleştiriyorum bu noktada] Kolay bir konu değil.

Tünelimiz 10 Haziran 1869 tarihinde faaliyete başlamış. Londra Metrosu sadece 6 yıl, New York Metrosu ise 1868 yılında yani sadece bir yıl önce faaliyete başlamıştır. Kuruluş hikayesini biraz abartarak anlatmak gerekirse Eugene-Henri Gavand isimli Fransız mühendis Yüksekkaldım'dan Pera'ya çıkmak için yorulmuş olacak ki - o zamanlar günde 40.000 kişi bu yolu kullanırmış - bu iki yolu birbirine bağlayacak bir tünel yapmaya karar vermiş. Bir başka rivayet de ilgili mühendisin bir gün çok içerek Pera'dan yuvarlana yuvarlana Galata'ya kadar geldiği ve nihayetinde ahtedip buraya bir tünel kurdurduğudur ki, bu rivayeti ben anlatsam bile inanmamanızı salık veririm. İlk modeli buharlı imiş daha sonraki sistem ise elektrikli yapılmış. Tünelin ilk zamanları ahali pek korktuğu için sadece yük ve hayvan taşıması yapılmış. Şimdiki halinde ise çoğunlukla insan taşıması yapılmaktadır. [Cümlenin içindeki teşbih-i beliği kimse üzerine alınmasın.]

Tünelin güzel tarafı, içine girince insana kendini 40 saniyeliğine de olsa farklı bir yerde, adı konulmamış ve hiç bitmeyecek olan güzel bir seyahatte olduğunuzu hissettirmesi. Hani okul tatil olur da otobüsle eve doğru garip bir sevinçle gidersiniz ya onun gibi bir şey. Ama herşey 40 saniyede olur biter. 20. saniyede yanınızdan bir vagon geçer, seramik duvar karolarını görürsünüz, yerde yaşayan fareler var mı diye merak edersiniz, sisli ve sarı ışıkla dolu tünelin ne zaman biteceğini merak edersiniz. Herşey daracık, sıkışık, sayılamayacak kadar uzun 40 saniyede biter. Tünel durur, hayat durur. Kalp son kez pompalar o kanı. Vatandaş iner, tünel biter. Yeni bir hayat başlar. Tünel Pera'dan Galata'ya iner. Yine bir 40. saniyedir olanla biten... Herkesi davet ederim. Dünyanın en eski tüneli sizleri bekliyor. Kucak açmış, bir belediye otobüsü fiyatına hem akbil de geçiyor..

Tünelden çıkınca bir yorgunluk kahvesi içmeye ne dersiniz? Tam karşınıza bakın. Bir pasaj göreceksiniz. Pasajın içinde İstanbul'un en güzel cafelerinden biri olan K.V.'yi (yazıldığı gibi okunuyor) göreceksiniz. Burası epey bir şeye mekan olmuş, güzel bir pasaj. Ben en çok hiç rahatsız edilmeden uzun sürelerce oturabileceğiniz, etrafınızda çiçeklerin olduğu, geceleyin büyük mumların eşlik ettiği, gerekirse oldukça romantik olabileceğiniz bu tatlı mekanı hepinize tavsiye ederim. Özellikle spesiyalitesi olan havuçlu keki tatmadan geçmeyin derim. K.V.'nin bulunduğu pasajda sahaflar, antikacılar ve resim malzemeleri satan dükkanlar bulunmakla birlikte hala ne zaman açık olup olmadıklarını anlamış değilim. Olsun, kapalı dükkanları seyretmek de zevkli. Böyle güzel bir mekanda servis geç olmuş kimin umurunda...

K.V.'den çıkınca hemen tramvay raylarını takip ederek yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlayan İstiklal Caddesi'nin içine doğru yönelmek gerekiyor. Hedefimiz Markiz Pastanesi. Çok fazla gitmeden hemen sağda Richmond Oteli'ni göreceksiniz. Otelin tam karşısı bir zamanlar İstanbul'unun en önemli ve seçkin buluşma mekanlarından biri olan Markiz Pastanesi'dir. Markiz'den de ötesi Cafe Lebon'un yeridir.

Markiz Pastanesi'nin ilk yerinde Lebon Pastanesi varmış. Pastane 19. yy. ortalarında Fransız Büyükelçiliğinin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış. Pastaları o kadar meşhurmuş ki Orient Ekspes'le İstanbul'a gelen misafirler öncelikle Lebon'a uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurtdışına Lebon'dan pasta götürenler bile olurmuş. Lebon Pastanesi'nin duvarlarında benim de çıplak gözle görebilme şansına eriştiğim iki tane boydan boya kaplı seramik tablo bulunuyor. Bunlar ilkbahar ve sonbaharı temsil etmektedir. İlk yapıldığı zamanlar yaz ve kış için de iki tablo varmış ama sonra nedense kaybolmuşlar. Bu tabloları Pera Palas Oteli'nin mimarı Alexandre Vallaury tasarlamış. İçerisi toz içindeyken gördüğüm Markiz Pastanesi'nin (eski Lebon) tek toz almayan yeri bu panolardı. Panolarda hem mevsimi temsil eden bir kadın figürü ve arkasında pastoral bir güzellik bulunuyor. İçini göremeseniz bile dışarıdan biraz kafanızı uzatınca bile bu güzellikleri yan yana dururken görebilirsiniz. Evet evet iki elinizi kafanızın iki yanına koyun ki ışık gördüğünüz güzellikleri engellemesin...

Markizin içindeki vitraylar da seramik tablolar kadar ünlüdür. Vitrayların altında Mazhar Resmor imzası bulunuyor... İçerinin tüm anıları ile birlikte... Lebon Pastanesi daha sonraları yolun karşısına geçer ve 1940'larda ise kapanır. Eski yerinde ise Markiz isimli zamanın en önemli buluşma mekanlarından biri yerini alır. Lebon ve Markiz'in önemli müdavimleri arasında Yahya Kemal, Namık Kemal, Haldun Taner, Ahmet Haşim gibi sanatçılar bulunur. Lebon'a zamanında şapkasız beyefendi ve hanımefendiler giremezmiş. Hatta bunun için pasajın içine bir şapkacı bile açılmış. Markiz 50'lerin sonunda kapanır. Mekanı bir oto yedek parçacısı alır. Haldun Taner'in girişimleri ile 1977 yılında Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Korumaya alır. Daha sonradan şu an ki Richmond Otelin sahipleri satın alır ve Markiz tekrar eski günlere dönmek için rüyalar görmeye başlar. Umarım bu rüya kısa sürer. Şimdilerde Haldun Taner'in temsili resmi camın arkasından bizleri selamlamaktadır.

Markiz'i görmek için fazla beklemenize gerek yok. Biliyorum hemen hemen hepiniz en az bir defa geçmişinizdir önünden. İşte orada hayatınızdaki bütün detaylar gibi o da orada bekliyor. Tek yapmanız gereken biraz özen, biraz dikkat ve alınacak keyif ile birlikte mutluluğu tatmak. Bu caddeyi içinize sindirmek...

Haftaya da buralardayız. Geçen hafta gezimize umarım katılmışsınızdır. Katılmışsınızdır umarım. Umarım katılmışsınız gezimize... Neyse, içinizdeki gezgini kaybetmeyin...

George Bernard Shaw'un dediği gibi "Sadece çocuklar ve gerçek gezginler heryerde kendilerini evlerinde hissederler..." Siz siz olun. İkisini de kaybetmeyin...

Saygılarımla,  

Zafer Sönmez
e-posta: zafer.sonmez@lycos.com , zafer.sonmez@disbank.com.tr
 


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
122. Sayı önceki yazı 122. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye