|
06.05.2005 Pınar Çekirge - netyorum.com / Sayı: 163
EN GÜZELİ SENİN KADAR SEVİLMEDİ
" Bir sürü yaralı narsist var.Kendine aşık ama kendisini
sevmiyor..!"
Murathan Mungan / " Yüksek Topuklar"
Bence dünyanın en güzel kadınıydı ya da bu ifademi fazlasıyla öznel, çok
iddialı bulanlar için daha nesnel bir yargıyla, dünyanın en güzel kadınlarından
biridir, diyebilirim Filiz Akın'dan söz ederken.
Platonik bir sevgiden öte vazgeçilemez bir tutku, hayranlık, güzel olan herşeydi
o benim için.Öyle ki insanları ona benzeyen ve benzemeyenler diye ayırdığım,
kategorize ettiğim bile olmuştu.Kuşkusuz sayrısal bir sevgiydi bu.
Akşamdı.Pencerede yalnızdım.Rüzgar sert. Üşüyordum.Sokak mürekkep mavisine
bulanmıştı çoktan.
Yıllar yılı topladığım üç bini aşkın fotoğraf, film afişi, gazete / dergi
küpürleriyle evimde bir Filiz Akın Arşiv Müzesi oluşturmuştum.
Kimileri güldü geçti.Kimileri bu hayranlığı rekarnasyonla açıklamaya çalıştı.Bir
önceki hayattan aktarılan, yarım kalmış bir şeylerin ( ! ) tezahürü olarak
adlandırdı tutkumu.Bazılarına göre 'salt güzelliğe, zerafete yönelik çok
gelişmiş bencil bir estetik yargının yansımasıydı' dipte yatan.Oysa bu sevginin,
tutkunun başlangıcında bir misilleme vardı.Hem de büyük bir misilleme.
Altı yaşındaydım.Söz dinlemeyen, kaprisli, iştahsız ( bir yanaktan diğerine
taşınan lokmalar ) bir çocuktum. Mutsuzdum... Kendimi ifade edememenin
sıkıntılarını yaşıyordum.Sokakta oynamam yasaktı. Arkadaşım hiç olmamıştı.
Yaşıtlarımla ilişkim söz konusu bile değildi. Evde yığınla oyuncağım vardı ya...
Kırıp, parçaladığım oyuncaklar…
" Yakında bir çocuk gelecek bu eve.."
Zamanın durduğu kısacık bir an.
Ürkmüştüm. Şaşkındım. Korkuyordum. Çaresizdim…
" Yemeğini zamanında yiyen, öğlen uykusuna yatan, akıllı uslu bir çocuk; Mehmet
Ali…"
İmalı bir ses tonuyla konuşuyordu anneannem.
Kıskançlık, terk edilme korkusu yığılıvermişti omuzlarına. Güvensizlik, içimde
büyüye duran bir tümör olacaktı bundan böyle...
Demek, Mehmet Ali…
Donup kalmıştım bir zaman; eski bir fotoğrafta gibiydim. Öfke bıçak gibi
kesmişti etimi. Kanamıştın. Oysa gözlerimdeki acılığı gizlemem, umursamaz
davranmam gerekirdi. Yenilişimi anlamamalıydılar. Asla..!
Mehmet Ali, öyle mi ?
Bir Cuma günüydü. Sisli, serin bir sonbahar öğleden sonrası. Şan Sineması'na
gitmiştik. Fuayeye inen geniş merdivenin hizasındaki afişlere takıldı gözüm.
Sarı uçuşan saçlar, bir çift ela göz. Kalkık bir burun. Nedensiz, garip bir
hüzün vardı sanki gülümseyişinde, bir kırılganlık ya da.
" Kim bu abla" diye sordum.
" Filiz Akın, "dedi anneannem" hem acele et, onun filmini izleyeceğiz zaten".
Salona geçtik. Gong vurdu...
Filiz Akın düşlerden, masallardan sızıp gelmiş bir peri kızı olmalıydı. Yoo,
Rapuntzel. Benim Rapuntzel'im.
O filmlerin, fotoğrafların bir parçası gibi görecektim kendimi giderek. Küçük
aklımla telaşlanıyor, günün birinde Filiz Akın, Ediz Hun gibi olamayacağım diye
uykularım kaçıyordu adeta. Sinemanın görkemli fantezisiyle yüzleşmiştim bir kez.
Kaçışım yoktu…
Mehmet Ali papucumu dama attıracaktı: Onlar Mehmet Ali'yi seçmişlerdi. Benimse
seçimim Filiz Akın'dı. Aileme karşı en büyük misillemem ….
Aşk gibi bir duyguydu bu, yadsıyamam. Hayranlıktı. İşaret gibi. Simya gibi.
Metafizik gibi. Hücrelerime nüfuz eden bir tutku. Üstelik altı yaşında bir
çocuğun kaldıramayacağı kadar ağır bir yük.
Kendime onun fotoğraflarıyla yeni bir hayat ısmarlamıştım. Şizofrenik bir
yarılma yaşamamam imkansızdı artık. Zamanla parçalanmış bir hayatın içinde
buldum kendimi. İki ayrı yaşam. (Meğer insan kendini hiç tanımadan senelerce
yaşayabilirmiş.) Belki de bir ömür boyunca kendini bir başkası sanabilirmiş.
Pencereyi açıyorum. Tüller savruluyor. Yangınlı bahçelerde ıslak sonbahar
yaprakları... Oraya buraya atılmış giysiler. Hayatta karşılığı olmayan bir
hayalin antropoloğu oluveriyorum... O hayali var etmeye çalışıyorum umutsuzca.
Filiz Akın bir hayal kahramandı hiç kuşkusuz. İnsan üstü bir kimlikti benim
için. Yemeyen, içmeyen, insan özelliklerine sahip olduğunu düşünmediğim bir
Myte. Bazen annem, çoğunlukla tek arkadaşım. İlker İnanaoğlu'nu az
kıskanmamıştım. Filiz Akın'ın oğlu olmasını çekemiyordum bir türlü.
Filiz Akın ile ilk kez Hilton Oteli'nde bir davette karşılaşmıştık.
Tanıştırdılar.Kalbim duracak gibiydi o an. Nefes alamıyordum. Kendi kendime
kilitlenmiş gibi... Nasıl anlatsam şimdi, muazzam bir ışık halesinin içindeydi.
Güzellikten öte bir şeydi bu. Kusursuzluk... Heyecan. Her şeyi unutmuştum. Kim
olduğumu, nerede olduğumu, hatta neler olduğunu… Dünya farklı bir yöne doğru
dönmeye başlamıştı adeta. O parlak, mavimsi ışıkla yıkanıyordu saçları. Bir flaş
patladı. 18 Nisan 1974 tarihi düşüldü o fotoğrafın arkasına.
Tanrım, ne kadar çirkin çıkmıştım. İçinde karmakarışık, nedeni bilinmeyen,
anlaşılmayan duygularla dolu, ne yapacağını bilmeyen biri gibi yanında
duruyordum fotoğraf çekilirken. ( The Beast and Beauty durumları...) O dakika
istediğim tek şey zamanın donması ve sonsuza dek öylece kalabilmekti. Bir
rüyanın içindeydim. Eğilip yüzüme baktı. Gülümsedi. Karşımdakinin bir ilahe
olduğunu alımladım. (Hayır, abartmıyorum. Gözlerine bakabilseydiniz, benim
yerimde olsaydınız şimdi aynı şeyleri yazıyor olurdunuz.) Nasıl ifade etsem,
gözlerimin önünde yaşlardan bir perde vardı, sanki buğulu bir camın ardından
bakıyor gibiydim.İnanılmaz bir şeydi bu… Tanımlanamaz bir şey..!
Sonraları çok kez karşılaştım Filiz Akın ile. Her defasında o parlak mavimsi
ışık çakımları arasındaydı ve hep o heyecanları, şaşkınlıkları yaşadım. Evet,
kendi başıma sürdürdüğüm, varettiğim bir hayaldi o kuşkusuz. Bir hayal kadın.
Taner Onat bir makalesinde şöyle diyordu :
"..kiminden nefret ettik, kimini kalbimizin en derin yerlerine aldık.
Duyarlılıklarımızı öylesine beslediler ki, her yazarın kendine göre bir sinema
kahramanı bile oldu. Pınar Çekirge'nin Filiz Akın'ı, Murathan Mungan'ın Neriman
Köksal'ı, Feridun Andaç'ın Türkan Şoray'ı..."
Filiz Akın'a olan tutkum fanatizmi de beraberinde çoğaltmıştı, hiç kuşkusuz.
Öyle ki rakip olarak gördüğüm Hülya Koçyiğit'ten senelerce, kelimenin tam
anlamıyla nefret etmiştim. Hülya Koçyiğit ile yıllar sonra bir söyleşi
yapacaktım. Ve " Biliyor musunuz sizden hep nefret etmiştim," dediğimde Hülya
Hanım'ın yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmayacağım. Filiz Akın nedeniyle sinemadaki
hemen tüm kadın oyucuları ama en çok Hülya Koçyiğit'i nasıl reddettiğimi, yok
saydığımı anlatmıştım kendisine. Gülerek dinlemişti... Söyleşinin bitiminde,
"Bundan sonra hayatınızda ben de varım, öyle değil mi ?" diyerek bir fotoğrafını
imzalamıştı.
"Kan gövdeyi götürüyor" denilebilecek bir fanatizmdi çocukluğumda, ilk
gençliğimde yaşadığım. Zamanla hepsini ayrı ayrı sevdim... Türkan Şoray, Hülya
Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın. Bu dört kadına ne çok şey borçluyduk. Ne
çok şey borçluydum..!
Birden Çiğdem( Filiz Akın ) ve Fırat'la( Yılmaz Güney ) kendimi "Umutsuzlar"ın
setinde buluverdim.
Çiğdem, endişeli bir şekilde uyanır. Adeta bir ses, gürültüye kalkar gibi,
yavaşça doğrulur yataktan, pencereye doğru yürür. Bakıp bakmamakta kararsızdır.
Perdeyi aralar. Fırat sokağın başındadır. Kapatır perdeyi. Bocalar. Ne
yapacağını bilemez bir an.T ekrar bakar. Fırat yoktur. Aabahlığını kapıp sokağa
fırlar... Bir o yana, bir bu yana koşar Çiğdem. Yoktur. Aramaktan vazgeçip,
kapıya yönelir. Tam o sırada Fırat gecenin karanlığından sıyrılıp, beyaz
giysileri içinde Çiğdem'e doğru yürür. Bir süre beklerler. Sonra kucaklaşırlar.
Sımsıkı sarılır Çiğdem.
Fırat - Sen gideli çok oldu Çiğdem, sen gideli 467 gün oldu. Her kurşun deliği
bir gün içindir.
Çiğdem - Niye kurşun ?
Fırat - Söküp atmak için, kurtulmak için belki. Lakin gördüm ki, seni öldürme
çabası boşmuş, sen ölmezmişsin. 467 gün, seni her gün kurşunladım. En son
kurşunu dün sabah alnında denedim. Öldüremedim. Ve anladım ki sensiz olmazmış.
Çiğdem - Ya ben ... 467 gün ölerek yaşamadım mı ? 467 gün gazete sayfalarını
korkarak açtım. Kurşunlanmış, al kanlara boyanmış resmini görmemek için,
Tanrı'ya dua ettim. Beni aramakla hata ettin Fırat. Düzenimi bozdun. Yokluğuna
alışmaya çalışıyordum.
Fırat - Alışabildin mi ?
Çiğdem - Alışamadım.
Fırat - Yanında biri vardı, kimdi ?
Çiğdem - Senden kurtulmak için, evlenmeye karar vermiştim.
Fırat - Evlenmek öyle mi ? Yokluğunla 467 gün geçti. Daha bir kadının elini
tutmadım. Bir kadının yüzüne bakmadım. Aklımdan bile geçirmedim. Anladım ki,
benim için her şeydin.
Çiğdem - Senin için her şey olmaktansa, silahın olmayı seçerdim. Beni silahın
kadar sevseydin yuvamız, çocuklarımız olurdu. Yanlış yoldasın Fırat, bu silah
sana ölüm getirecek.
Fırat - Sen, ben, silahım olamaz mıyız, üçümüz bir arada yaşayamaz mıyız ?
Çiğdem - İmkansız.
Fırat - Seni çok seviyorum Çiğdem, silahımı da çok seviyorum. İkinizden birini
seçmem için beni mecbur etme...
Çiğdem - Üçümüz bir arada olamayız Fırat... Ayrılığımızın sebebi bu değil miydi
? Sen silahını seçip ayrılığımıza neden olmadın mı ?
Fırat - Anlatamıyorum. Ben silahıma mecburum. Bizim kellemiz, her an namlunun
ucundadır, bizim kellemize İstanbul'da binlerce cellat taliptir, bizim kellemize
senin bilemeyeceğin değerler biçilmiştir.
Çiğdem - Her şeyi bırakırsan, niye biçilsin Fırat ?
Fırat - Bunu anlasan, anlayabilsen Çiğdem, sen, ben ve silahım, ha ? Sen, ben ve
silahım..
Çiğdem - İmkansız…
Fırat - Kabul et..
Çiğdem - İmkansız…
Fırat - Kabul et..
Çiğdem - İmkansız…
Sarılırlar birbirlerine. Bir müddet öylece kalırlar. Kapının zili çalar.
Ayrılmadan dinlerler. Üst üste çalar zil. Gelen Fırat'ın adamlarıdır. Fırat
onlarla gider. Çiğdem, elinde kırmızı gül, ağlamaktadır. Pencereye koşar.
Kapının zili yeniden çalar. Heyecanla koşar Çiğdem, umutla. Açar kapıyı. Gelen
Fırat'ın arkadaşı Nihat'tır.
"Seni eve götürmeye geldim bacım,"der. "Fırat'ın biraz daha yaşamasını
istiyorsan onu rahat bırak,"der...
Beni durup, durup bu filme çeken ne, diye düşünürüm bazen.
"Umutsuzlar" hüzne yenilmeyle, hüzünle ödeşmeyle biter. Umutsuzluk, sayrısal
tutkuların, acıların, yazık edilen hayatların berdelidir belki de.
İtiraf edeyim, garip bir mutluluk ve kırıklık ( ruh üşümesi, desem..) yaşardım "
Umutsuzlar"ı her izlediğimde. Bir çift eşsiz güzellikteki ela gözün içine dalıp,
bilmediğim hayatlara giderdim " Umutsuzlar", "Hırsız Kız", "Son Mektup",
"Zambaklar Açarken" ve diğer Filiz Akın'lı filmlerde de.
Buruk bir gülümsemeyle yüzüme bakardı perdedeki sarışın kadın. Aslında tuhaf bir
özdeşimdi bu. Öyle ki, bir zaman sonra artık hangimiz hangimiz karıştırmaya
başlamıştım. Yalnızdım. İçimde bir fısıltı, bu o değil, izini sürdüğün bir
başkası, onu bulursan tükenecek ıssızlığın, yanılsamaların diyordu. (Bu
fısıltının senelerdir içimde bana rağmen inatla varolduğunu, hani neredeyse tüm
hayatımı onun tayin ettiğimi düşünüyorum şimdi.) Zamanla bastırdım o fısıltıyı.
Güç de olsa bastırdım. Mecburdum.
Kürşat Başar "Başucumda Müzik" romanında şöyle der :
" İnsan bir düşü sevebilir mi, diye sordu. Evet, dedim hiç düşünmeden. Bence
zaten en çok onu sevebilir, bir düşü…"
Ben de en çok onu sevdim sanırım, bir düşü..!
Sonu gelmez iç savaşlarımın tek barış antlaşması onun filmleri, fotoğraflarıyla
doldurduğum albümler, video kasetlerdi. Kendimi yapayalnız, kimsesiz
hissettiğim, nereye ait olduğumu bilemediğim anlarda o fotoğrafların, film
karelerinin arasında huzur buluyordum. Ve başkaları her ne söylerse söylesin
Yeşilçam melodramlarını çok sevdim ben. Bana kendi hayatımın kapılarını açan o
güzelim melodramlarda özlemeyi, hüznü, küskünlüğü, en mutlu günümde sebepsiz bir
keder'le ürpermeyi öğrendim çünkü. Filiz Akın, Belgin Doruk, Lale Belkıs, Kartal
Tibet, Çolpan İlhan'dan…
Pınar Çekirge
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel
yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine
tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya
link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|