| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

06.05.2004 Fatoş Ünal - netyorum.com / Sayı: 156

"...BİZ ARTIK SADECE ARKADAŞ OLABİLİRİZ!..."

İki kişi arasında bir şey var. Biri erkek, biri kadın. Bir kadınla, bir erkek ve aralarındaki fiziksel çekim bir araya gelince, denkleme göre sevgili olabiliyorlar. Bu tanıma uyan ve sevgili olmayanlar da var. Bir ilişkinin adını öyle ya da böyle koymak gerekiyor. Zamanı bırakamıyorsunuz. Olaylara bırakamıyorsunuz. Ona nasıl hitap ettiğiniz, geleceği planlarken ne kadar "biz" dediğiniz, teslim olma isteğiniz, güveniniz hiçbiri önemli değil. Kulağa saçma geliyor, biliyorum. Yaşadıklarınızın yanında bir de etiket ve karşı tarafın birebir kabullenmesi yoksa, ne siz sevgilisiniz ne de... Ne de işte.... Dilim mi varmadı, kelimeler mi yetmedi bilmem. Bir kadınla, bir erkeğin arkadaş olması için mucizeye ihtiyaç yok. Yüreğiniz hangisine yetiyorsa, bir sıfat seçip vermeniz yeterli. Yine de bir tavsiye isterseniz savunma adına; size takılan sıfatın üstünde bir şeyler yaşıyorsunuz diye, fazlasını veriyorsunuz ve alıyorsunuz diye fazlası olduğunuzu sanmayın. Belki de siz artık sadece arkadaş olabilirsiniz. Sadece arkadaş olmanın ne büyük bir onur olduğunu biliyor musunuz?

Ben bir suskun...

Saatlerce oturduk. Fatih ve ben. Önce büyük bir sessizlikle. Bir elimde kahve, bir elimde mektup sana baktım. Kıvırıp bırakmaya cesaret edemedim nedense. Sonra en nihayet sen uzanıp aldın. Yazmış olmaktan utanmış gibiydin. Bana nasıl hitap ettiğini düşündüm bir müddet. 'Zeynep, Dostum...'. Ne zaman karar vermiştin bana dost diye hitap etmeye? Hiç konuşacak zamanımız olmamıştı. Şunun şurasında birkaç gün olmuştu zaten tanışalı. Herşey tozpembeydi. İnsan bir ilişkiyi masa başına yatırıp konuşmak için kaç güne ihtiyaç duyar?

- Televizyonda ne var acaba?
- Bilmiyorum, sen geldiğinde film seyrediyordum ben.
- Ne seyrediyordun?
- Önemli değil, televizyonu açarım.

O gün senin seyrettiğin filmi hiçbir zaman öğrenemedim. Sahi Fatih, sakinleşmek için ne seyrediyordun? Bir çizgi fim olabilir mi? Ya da bir Türk filmi. Senin alışkanlıklarını öğrenmek için seninle zaman geçirmeliydim. Seni tanımalıydım. Oysa bugünkü kaçışın ve şimdi benden uzak duruşun buna artık fırsatım olmadığını gösteriyordu. Hatta şu düşündüklerim bile budalaca olabilirdi. Çoğu kez ben de, kafam bozukken yalnız kalmayı, hiç konuşmamayı tercih ederdim. Sorunları bazen sıcağı sıcağına halletmemek daha iyi oluyordu. İlk akşam senden kaçan da bendim hatırlarsan. Umduğum gibi davranmadığın için kaçmıştım. Benle dalga geçmiş, beni anlayamamıştın. Ve bunlar hiç de benim umduğum şeyler değildi. Aslında ortak bir çözüm de buluştuğumuz gün gibi ortadaydı. Ben de kaçıyordum canım isteyince, sen de.

Televizyonu açtık. Açtın ve kanal değiştirmeye devam ettin. Belli ki, programları görmüyordun bile. Sürekli değiştiriyordun. Sonra bir haber kanalında durdun. Ortadoğu'da yine bir patlama, bir intihar saldırısı belki. Onlarca kişi ölmüş, yüzlerce yaralı varmış. Birden içinden bulunduğumuz durum çok saçma geliyor. İkimiz de gülmeye başlıyoruz. Komik olan, sanırım dünyanın felaketleri yanında bizim durumumuz. Bir anda ilk tanıştığımız güne dönüyoruz. Dünyanın hali, insanların olaylara uyumu ve uyumsuzluğu, gelecekle ilgili mutsuzluklar-umutsuzluklar, hala içinde bulunduğumuz yaşama sevinci hali, reklamlar...

Konu açılmaz diye düşünürken tam, apansız bir soruyla beni yakaladın. Cevap vermekten kaçmak en kolayıydı öyle yaptım.

- Konuşmak zorunda değiliz.
- Ya istiyorsam...
- İstiyorsan konuşursun. Fakat açıklama yapmak zorunda hissetme kendini. Bazen ne söylediğinden çok, ne yaptığın önemlidir. Canın ne istiyorsa yapma özgürlüğünü hissediyorsan kendinde, açıklamama özgürlüğünü de hisset, hissettir.
- Bu bir yargılama mı?
- Değil. Bu sadece senin hareketine saygı duymak. Yapına teslim olmak. Şimdi de sadece içinden ne geliyorsa onu yap. Tavsiye isteyeceğini sanmıyorum bu yaştan sonra.

O kaçtı. Ben de kaçıyorum. Makul bir şekilde dinleyecek ve istediği cevaplar verecek bir halde değilim. Genellikle söylememek gerekenleri en başta söylerim. Bu benim de, canımın istediğini yapma kuralımdan ileri geliyor. Düşünmeden konuşuyorum. İki kelime sonrasında can mı yakar, canım mı yanar diye düşünmüyorum. Bunun adına dürüstlük desem de, bu düpedüz düşüncesizlik. Cahillik. Akılsızlık. Akıllı insan düşünüp konuşur.

- Biz artık sadece arkadaş olabiliriz.
- Böyle mi istiyorsun?
- Evet. Bundan ötesi mümkün değil gibi geliyor.
- Sen nasıl istersen Fatih. Nasıl içinden geliyorsa. En azından...
- Lütfen Zeynep. Bırak artık konuşmayalım. Konusu açıldıkça zorlanacağım. Hatta senin için zor olan konuşmamak olacaksa...
- Anladım. Kendi haline bırakalım demek istiyorsun. Bıraktım.

Saat geceyarısını geçti. Konuşacak gücümüz kalmadığından, kıvrılıverdik kanepeye. Aradaki mesafe, bir kedi adımıyla kayboldu. Ben sokuluverdim koynuna, sen de itiraz etmedin. İçten içe hissettiğimse, bu yakınlığa rağmen aramıza yerleşmiş olan uzaklıktı. İtmiyordun, incinmiştin. İncinen bir bedenen verebileceği elektrikten fazlasını beklemek yanlıştı. Sen de incinmiştin. Bu arada bana ne olmuştu, çok önemli değildi.

Ben bir kaçak...

Sanki dün hiçbir şey olmadı. Ne röportaj, ne senin kaçma eylemin. Ne saatlerce oturmamız. Arkadaş olma kararımız. Yataktan birlikte kalktık. Gülerek. Güneşe karşı gülüşerek. Bu kadar kolay olacağını sanmıştım. Hem de etiketli olarak kalktık. Neşemiz bundan mı? Herşeyin adı kondu, bir olayı olgunlukla kapattık. Artık birbirimizin en iyi arkadaşı olacağız. Sorumluluğu daha büyük bence. Bir karınca taşıyabildiği en ağır yükün altında ezilmez! Fakat bu karınca senin başka biriyle olabilme ihtimaline nasıl katlanacak, off yani.

- Gidiyor musun?
- Evet, bugün erkenden dersim var. Dün annemlere de haber vermedim biliyorsun. Önce eve uğrayıp, bir kendimi göstereyim. Sonra da okula...
- Peki.
- Sen ne yapacaksın? Gazeteye gidecek misin bugün?
- Bilmiyorum. Bir yandan kendimi sokağa atmak, bir yandan da yorganın altında kalmak istiyorum. Hangisi daha büyük kaçamak sayılır?
- E hiçbirisi. Aradaki 2 cevaba ne oldu diye sorma. Bugünü "canın ne isterse!" günü ilan et, ama yarın bu hakkın olmayacak ona göre davran.
- Yarın sen burada olacak mısın?

Bu sorunun cevabı var mıydı? A- Evet, B-Hayır, C- Mümkündür, D- Bakarız, E- Hiçbiri. Ben hangi cevabı verdim, o hangisini duydu? Doğru zamanda karşılaştığımız, fakat yanlış ruh hali içinde olduğumuzu söylemek gerekirdi. Söyleyemedim. Geçiştiren bir cevap, hadi sonra görüşürüz gibi bir veda.

Bu sefer sıra bendeydi. Ben kaçacaktım. Zeynep olarak bu ilişkiden kaçma hakkımı kullanıyordum. Çünkü benden daha kaçak, benden daha sancılı bir ruha ihtiyacım yoktu. Bu iyi bir gerekçe gibi görünüyordu. Ve henüz mantığımın sesini dinlemeden aşık olacak kadar gözlerim kör değildi. Onunki acıdan, benimki korkudan kapanmış bir kalpti. Acı ve korku ikimizin oyununda galip gelmişti.

Ben de bir kaçaktım.

Fatoş Ünal - 10.3.2004
e-posta: unalfa@tnn.net


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
156. Sayı önceki yazı 156. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye