|
12.06.2003 Belgin Eryavuz - netyorum.com / Sayı: 137
KOŞMA, DUR BİR DAKİKA!
Koşturuyoruz, delicesine... dur durak beklemeden, hep bir sonraki adımımızın
derdinde, hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden. Gün oluyor, sabah başlayan
curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden
bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile. O da ne? Daha yapacak yığınla
işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı. İnanın 24 saate
sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık.
Bu döngü böyle sürüp gider, hayat bir anlamda monotonlaşmaya başlar. Her gün hep
aynı şeyleri yaptığımızın farkına varırız nasılsa.
Sabah aynı saatte kalkıp hazırlanmalar, işe, okula, atölyeye koşuşturmalar ya da
evdeki günlük yaşam. Akşam olunca yine aynı çılgın tempo. Bir gün, yeni bir gün
daha. Mutlu olup olmadığımızı, gerçek isteklerimizi bir an bile düşünmeksizin
kendimizi kaptırdığımız aynı rutin tablo.
Durun bir dakika ve durup düşünün... Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşturmacanın
içinde mutlu muyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyor muyum ya kendi
isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım? Suç kim
de? Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya
kaptırması mı? Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı? Aslında
yanıtını vermek zor, ama bir gerçek var ki o da küçük yaşlardan itibaren
ilkokul, lise, üniversite, iş hayatı, evlilik, çocuk... derken durup
dinlenmeksizin kendimizi bir engelli koşuda buluveriyor olmamız. Yüksek
performans gösterip engelleri birer birer aştığımız sürece kendi kendimize
verdiğimiz itici güçle daha çok, daha çok diyoruz. Peki ama nereye kadar?
Önümüze aşamadığımız ilk engel çıkana değin bu soruyu kendimize sormuyoruz bile.
Çoğumuz büyük şehirlerdeyiz, ama o şehrin tadını yeterince çıkarabiliyor muyuz
dersiniz? Sinema, tiyatro, müzikholler, sergiler, açılışlar, davetler,
toplantılar... Hangisine, ne sıklıkta katılabiliyoruz ki?
Yaşamak için, toplumda var olmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için
deliler gibi çaba gösteriyoruz. Bu arada yıllar bir su misali akıp gidiyor,
farkına bile varamıyoruz. Zamanı çok çabuk tükettiğimizi en iyi çocuklarımızın
büyümelerinden anlıyoruz belki de. Ama bu arada geçip giden yıllarla, eşimizi,
sevdiklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi, evimize ve kendimize yeterince vakit
ayıramadığımızı, hatta çocuklarımızın sevilesi en tatlı yaşlarını göremeden
büyüttüğümüzü fark edemiyoruz.
Halbuki aşık olarak evlendiğimiz insanla bir ömür geçirip, her şeyden çok
sevdiğimiz çocuklarımızı boyumuza getirmişiz. Ne mutlu bize! Ama hayatın keyfini
yeterince çıkarabildik mi bu arada, bu yoğun tempoda. Yoksa ne olup bittiğini
anlayamadan yıllar 20, 30, 40, 50, 60 derken geçip gitti mi? Aynaya en son ne
zaman baktınız, kendinizi gerçekten görmek ve yüzleşmek için. Hayır aynalar
yalan söylemiyor. Saçlarınızdaki aklar, yüzünüzdeki kırışıklıklar sizin, ama
unutmayın hangi yaşta olursanız olun, o yaş en güzel yaştır ve doyasıya
yaşanmalıdır.
Bugünkü aklımızla, düşüncemizle ve kafa yapımızla bir 10 yıl öncesine dönmek...
Hangimiz istemez ki? Ne de keyifli olurdu böylesi, ama olanaksız. O halde hayatı
yaşarken yaşayalım. Yaşarken değerini, anlamını vermeye çalışalım. Her anın, her
dakikanın keyfini çıkaralım.
Çünkü insan dünyaya bir kez gelir ve önündeki sadece bir sahnelik perdedir. Ne
bir fazla, ne de az, sadece tek bir sahne... Ne o, siz hala koşuyor musunuz?
Belgin Eryavuz - 26.5.2003
e-posta: beryavuz@yahoo.com
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel
yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine
tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya
link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|