|
22.05.2003 Prof. Dr. İbrahim Ortaş - netyorum.com / Sayı: 134
EY TÜRK GENÇLİĞİ, BİRİNCİ VAZİFEN...
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının 84’üncü yılında yine coşkulu bir şekilde
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını kutluyoruz. Pekala kaçımız Atatürk’ün
mesajını doğru algıladık? Atatürk neden en büyük yaratısı olan Cumhuriyeti
gençlere bıraktı, ne bekliyordu gençlerden? Neden belirli bir tecrübesi olan
yaşlı-orta yaşlılara değil de gençlere bıraktı en büyük emanetini? Pekala
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği o dönemin gençleri şimdi yerini günümüz
gençlerine bırakmak istiyorlar mı? Atatürk’ün emaneti o günden bu güne ne
durumda? O dönemde Cumhuriyetin ulusal ve uluslararası alandaki saygınlığı ile
günümüzdeki saygınlığı arasında bir fark var mı? Atatürk’ün uzak görüşlü,
kendine güvenen, zeki, dinamik ve ülkesinin sorunlarına sahip çıkması gerekir
dediği o gençlik ruhu bugün kaç kişide mevcuttur?
Her yıl yalnızca 19 Mayıslarda hatırlanan gençlik bayramları gerçekten gençlere
bir şeyler verebiliyor mu? İçi boş, oynayın, zıplayın, koşun, yiyin için mi?
Yoksa geleceğine sahip çıkan, çağcıl, kişilikli, iyi eğitilmiş, üretken ve
yaratan, yarattığı ölçüde de mutlu ve paylaşımcı bir gençlik mi? Böyle bir
gençlik istiyor muyuz? Bu sorunun cevabının yarınların bilgi toplumunda
ülkemizin yerini belirleyecek tek güç olduğu inancındayım.
Her 19 Mayıs günü Mustafa Kemal Atatürk’ü yaptıkları ve yapmayı düşündükleri ile
bir bütün olarak değerlendiririm. İnsanlığın tarihinde belki de en zorlu geçen
20. yüzyılın ilk yarısına denk düşen yıllarda, birinci dünya savaşı ile feodal
tarım-din sistemine dayalı Osmanlı imparatorluğunun yıkıldığı ve dünya
haritasının yeniden çizildiği bir dönemde modern cumhuriyeti kurmak, yurttaşlık
bilincini geliştirerek yurtta barış, dünyada barış ilkesini savunmak, uzun süre
savaştığı batı dünyasının medeni değerlerini benimseyerek çağdaş değer yargıları
doğrultusunda, eğitim sistemini şekillendirmek herhalde büyük liderlerin
gerçekleştireceği bir başarı olsa gerek. Savaşı kazanan lider, kendisine
önerilen padişah olma ve egemenlik kayıtsız şartsız sizin olacaktır önerilerini
red etmiş ve bunun yerine egemenliğin halka ait olduğu Cumhuriyet fikrini
benimsemişti. En büyük emanetim dediği, Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik bugün
beynini değil, cebini doldurması gerektiği konusunda yetiştirilmektedir.
Cumhuriyeti kuran dönemin genç beyinlerinin çağdaşlaşma hedefleri ve
gerçekleştirdikleri ile soğuk savaş döneminden sonra önümüze konulan modeller
sonucu bugün gelinen noktada büyük bir çelişki görülmektedir. İnançlı, çalışan,
üreten, mutlu ve geleceğinden umutlu, cebinden önce beynini doldurmayı düşünen
idealist genç Türkiye'nin insanlarının ülkesi şimdilerde eğitilmemiş fakat
öğretilmiş, geleceğinden umutsuz, karamsar, kamu malını arpalık gören, salla
başını al maaşını anlayışında, verimsiz, umutsuz insanlardan oluşmaktadır. Bunun
sorumluluğunu gençlerde değil, onları buraya sürükleyen yönetici büyüklerde
aramak gerekir. Sorumluluk taşıyan her yurttaş gibi kısmen biz de suçluyuz.
Montesquieu “bir ulusun gençleri bozulmaz, o ancak yetişkinleri bozulduğu
zaman bozulur” diyor. Gerçekten doğru. Genç, çocukluk aşamasında daha yeni
gelişme sürecine ve beyni ile olayları kontrol etmeye ve kendisini geleceğe
taşımak istemektedir. Onun için genç nasıl bir ortam bulursa ona göre geleceğini
çizecektir.
Gençlik gelecektir ve dinamizmdir. Yani yeni fikirler ve bunların ifade
edilmesidir. Mustafa Kemal’in liderliği burada gizli, bu gerçeği gördüğü için
emanetini uyanık genç beyinlere bırakarak gençliğin ülkesinin sorunlarına sahip
çıkmasını önermektedir. Benjamin Franklin “Gençliği anlamadığınız an dünyadaki
işiniz bitmiş demektir” diyor. Atatürk ”Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki
asil kanda mevcuttur” derken kendine güvenmesini ve manevi cesaretinin olmasını
istemektedir. Bunun için her yönüyle güçlü ve dinamik, başkasının önünden el
pençe durarak değil, net olarak beynine ve bilgisine güvenmesini beklemektedir.
Voltaire “bırakın, gençler dünyayı düşledikleri gibi görsünler, büyüyünce nasıl
olsa olduğu gibi görecekler” der. Atatürk’ün gençlikten beklediği, ülkesinin
sorunlarına sahip çıkmak, bu da siyaset yapmayı, tartışmayı ve yanlışlara karşı
çıkılmasını gerektirmektedir. Ancak ne yazık ki ülkemiz hep gençlikten ve genç
fikirlerden korkar oldu. Batı toplumlarında 18 yaşında kişiler milletvekili
olurken bizde 40 küsur yaşında dahi “sen sus, daha gençsin, aklın ermez”
denmektedir. Düşünen, eleştiren, olaylara farklı bakan dinamikler istenilmiyor,
bunun yerine kendi fikrinden çok başkalarının fikirlerini savunan, kendine
güvenmeyen, yaşamasını başkasının bayraktarlığını yapmakta gören, güçlünün
yanında olan, evet efendimciler baş tacı edilmektedir. Bu konuda Montesquieu
“Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan
daha verimli olursa o ülke batar” der. Buna benzer bir halk deyişi:
“Bilgisiz başköşede yer bulursa, başköşe eşik, eşik de başköşe sayılır”. Bu tür
anlayışlara sahip kişilerin son yıllarda maalesef ve maalesef üniversitelerde
sayılarının yaygınlaşması gelecekteki sağlıklı bir bilgi toplumu yaratma
beklentilerini ve umutlarını kırmaktadır.
Bir dönem insan beyninin gıdası olan kitaplar suçlu gösterilerek her gece haber
bültenlerinin birinci konusu yapılarak adeta okumak yasaklanmıştı. Kitap okuyan
gençlik sakıncalı gençlik olarak görülmüştü. Bunlar bilerek mi yoksa bilmeyerek
mi yaptılar? Bilmiyorum. Ancak Türkçe’si ile bu topluma bir yerlerden tam bir
kültürsüzlük aşılanmaktadır. Bir başka ifade ile “tele vole kültürü”
aşılanmaktadır.
Son yıllarda çağdaşlaşmayı küreselleşme olarak algılayan anlayış her şeyi
Amerikan yaşam biçimi gibi düşünmeye başlamıştır. Marllboro sigara içmek, cep
telefonu kullanmak, lüks arabalara binerek yüksek hoparlörlerde bangır-bangır
dilini bilmediği müzik dinlemek, Coca Cola içmek, Hamburger yemek... Bugün
topluma yarı Türkçe yarı İngilizce’yi empoze eden, Cola içiren, Hamburger
yediren, ABD bayraklı tişörtler giydirmeye özendirenler acaba yakın gelecekte bu
toplumun kendilerine yabancılaşacağını hesaplayabiliyorlar mı? Maalesef
bütün bunların sonucunda bugün gaflet ve delalet içinde kaçıncı derecede
yönetildiğini bilmeyen, bilmediği gibi başkalarını yönetmeye kalkışan geniş bir
okumuşlar ordusu oluşmuştur. Orhan Veli’nin dediği gibi “Bir elinde cımbız bir
elinde ayna, ne Londra konferansı ne Yalta toplantısı, umurunda mı dünya”.
Şimdi de diyoruz ki Irak bu duruma nasıl geldi? Irak’ta da sözüm ona meclis
vardı, aşiretler vardı, üniversiteler vardı, hatırlı insanlar vardı, her şeyi
bilen devletin büyük zatları vardı. Ayrıca gelene ağam gidene paşam diyen, her
devrin adamı, kanımız canımız sana feda olsun diyen yüz binlerce askeri de
vardı. Ancak Irak’ın ülkesinin geleceğini gençliğine bırakan bir aydınlanmacı
lideri yoktu. Yurttaşlık bilinci yoktu. Fikirler tartışılmıyor, açık toplum olma
ve hesap verme kültürü yani demokrasisi yoktu. Ya şimdi! Kendi toprağının
efendisi olmayı beceremeyen, varlık içinde yokluk yaşayan ne yapacağını bilmeyen
milyonlarca aç sefil Sümerlerin torunlarını yarı açık cezaevine kapatıldılar.
Yaşamın amacı önemli olmaktır. Saygın olmak, bir şeyi savunmak, amaçlı ve boşuna
yaşamamış olmaktır. Gençlerimize coşkulu yaşamayı, hayatı anlamayı ve buradan
esinlenerek bilim yapmayı maalesef anlatamadık. Leibniz “gençliği
iyiye yönelten insanlığı iyiye yöneltir” diyor. Maalesef gençliğimizi iyi
eğitemedik. Her fırsatta nüfusunun büyük çoğunluğunu gençlerin oluşturduğunu
söylediğimiz gençlerimizin sorunları nelerdir. Atatürk’ün çağdaş, aydın kafalı,
dünya ile bütünleşecek bireylerin yetişmesini istediği eğitim kurumları,
maalesef bugün dilekçe bile yazamayan ve kendini ifade edemeyen üniversite
mezunları yetiştirmektedir. Milyonları aşan diplomalı işsizler, iyi
eğitilmedikleri için ne yapacağını bilememektedirler. Eğitimin mimarları
öğretmenler ve öğretim üyeleri yaşam standartları yönünden yoksulluk sınırında
bulunmakta, bir çok hoca gazete, kitap okuyamıyor, okuyanların büyük çoğunluğu
da ya spor sayfasına bakıyor ya da magazin sayfalarına bakabiliyor. Hayatında
ciddi anlamda roman bile okumamış, aydınlanmamış diplomalıların sayısının
çokluğu bugün dünyanın bilgi çağını yaşarken bizim halen kendimiz ile
uğraşmamızın en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır.
“Gençliğin en büyük avantajı, her şeye yeniden başlamaktır, yaşlılıkta
gerektiğinde, bunu yapacak vaktimizin olmamasıdır” der Dean Martin. Halen
yapılacak bazı şeyler mümkündür. Bilgi çağını yakalamak için mutlaka ve mutlaka
başta üniversiteler olmak üzere eğitim sistemimizin ciddi olarak işletilmesi
gerekmektedir. Adı üstünde Milli Eğitimdeki eğitimin durumu ortada. Liselerden
ezbercilik ve test çözerek üniversiteye gelen öğrenciler üniversiteyi de ileri
lise gibi görüyor. Üniversitelerin durumu ortada, sonuç çok sayıda diplomalı var
ancak kaç tanesi bunun hakkını verebiliyor.
Her yönü ile iyi eğitilmiş kendi kendini disipline eden dinamik gençlik
yetiştirmek zorundayız. Kendi kendimizi eğitmek, kültürel altyapımızı sağlamak,
insanlık adına bilim yapmak ve bunun nimetlerinden hep birlikte yaralanarak
mutlu bir toplum yaratılabilir. Atatürk’ün emanetini teslim ettiği gençliğinden
bunlar beklenir. Yoksa duymayın, görmeyin, konuşmayın, tartışmayın ancak
yiyin için ve üst üste yıkılın diye bu Cumhuriyet emanet edilmedi.
Bilgi çağında üretken ve mutlu bir gençlik ile daha coşkulu 19 Mayısları
kutlamak dileği ile.
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Çukurova Üniversitesi
e-posta: asportas@mail.cu.edu.tr
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel
yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine
tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya
link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|