| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

12.09.2002 Mehmet Sağlam - netyorum.com / Sayı: 116

İÇİMİZDEKİ BOŞLUĞUN YALNIZLIĞI

(Ben sadece dünyanın üzerinde yaşayan bir yaratık değilim. Onu var eden parçalardan biriyim ve de evrenin parçasıyım.)

Son elli yıl ve özellikle yirmi yıl içinde çevre kirliliği ve gürültü kirliliği yanında görüntü ve enformasyon kirliliği o kadar arttı ki, içimiz-dışımız doğamızı zehirleyip yıpratan çok sayıda soyut ve somut toksinle dolup taşmaya başladı. Toksik soyutlar, özellikle yazılı, sesli ve görüntülü medya aracılığı ile ve internet vasıtasıyla yatak odalarımıza, bürolarımıza ve okullarımıza kadar girdi. Bu kirlenme, bünyemizi zayıflatarak, bilincimizi ve düşünce yapımızı bitkin düşürüp, bizleri uyur-gezer birer insana dönüştürmeye başladı. Sonuçta vurdumduymazlık, nemelazımcılık ve egoizm gibi, en azından yapıcı ve bütünleştirici olmayan bazı negatif vasıflarımız ön plana çıkmaya başladı. Estetik duygular, anlam arayışı, etik değerler ve ruhsal ihtiyaçlarımız haddinden fazla geri planda kalmaya yüz tuttu. Yani ortalıkta AIDS ve kanserden daha yıpratıcı bir sosyal hastalık var ve bireyler olarak hepimizi tehdit ediyor. Çoğumuzu da etkisi altına almış, bitkin ve mecalsiz bırakmış zaten. Ben bunun adını “ANLAMSIZLIK HASTALIĞI” koymak istiyorum. Evet, tek dişli canavara dönüşmüş azgın kapitalizm ve piyasa ekonomisi geliştikçe, bizlere sunduğu “daha iyi standart”larda yaşama olanağına karşın, bedenimizden, duygularımızdan ve ruhumuzdan alıp götürdüğü değerlerin farkında bile değiliz. Sanayi ve küresel ticaretin çarkları gıcırdayıp döndükçe, tüm insani değerlerimizi öğütüp, un-ufak eden bir değirmen gibi, masum doğamızı, otantik değerlerimizi ve bizi diğer canlılardan ayıran ‘üst bilinç arayışı’mızı kemirip eritiyor. Doyumsuz canavara dönüşmüş maddesel iştah, vazgeçilmez birikimlerimiz olan kültürel, spiritüel ve ahlaki değerlerimizi tuz-buz etmeye devam ediyor. Fakat bir yandan da insanın anlam fukaralığı içinde yaşayamayacağını anlayan bu küresel bozguncu, karşımıza koyduğu göz kamaştıran bir tabela ile bizi belli bir hedefe yöneltmeye, koşullandırmaya ve sözde anlamlı yaşamaya itiyor. O süslü tabelayı her yerde görüp okuyabilirsiniz. Üstünde şunlar yazılı: “SERVETİN YOKSA BİR HİÇ SAYILIRSIN. PARA EN YÜCE DEĞERDİR. AMİN!”

Sonuçta, bize günde birkaç kez amin dedirte dedirte, bu sloganı dilimizden düşmeyen bir duaya dönüştürdü. Ama her duanın hayrımıza olmayacağını artık yaşayarak öğrenmiş olmamız lazım gelirdi. Maalesef insan alışkanlıkları ile yaşayan bir varlık olduğu için bu duaya da alıştı ve bir türlü terk edemiyor.

Yaptığımız bu duanın uzun vadede aleyhimize işleyeceğini görememişsek bile, bunu görüp anlayanlardan ders almamız gerekmez mi? İşte bu dersi ben birkaç yıldan beri alıyorum ve bu yazı ile de öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

ÖZ’E DÖNÜŞ

Şu ifadeleri sürekli okur veya kullanırız: İçsel derinliklerimiz, özümüz, cevherimiz, üçüncü gözümüz, kalp gözümüz, ruh gözümüz, farkındalık halimiz, bilinç ötemiz, vs. Fakat bu kavramların temelde ne anlama geldiğini öğrenmek istesek bile okuduğumuz birkaç kitap veya dinlediğimiz birkaç insanın sohbetinden sonra genellikle eve eli boş döneriz. Kafamızda belki birkaç yeni kelime kalmış olur, o kadar; Kozmik Vakum, TEK’lik, HİÇ’lik ve Kolektif Bilinç gibi…

Somut ve rasyonel düşünceden anlayan IQ’muzu tatmin edecek birer yanıt bulamayışımızın baş nedeni, aldığımız eğitim sayesinde şekillenen beyin devrelerimizin ve düşünce yapımızın bu tür soyutları anlamamızı engelliyor olmasıdır. Çünkü bizdeki ve Batı’daki eğitim sistemleri bizlere her şeyi doğada, bizim dışımızda ya da uzaklarda aramayı öğretmektedir. Hiçbir okul kitabı, hiçbir Türk annesi “gerçeği içinde ara” diye öğüt vermez. Gerçek hep dışarıda; bir alimin ağzında, bir öğretmenin dersinde ya da yaşamsal tecrübelerdedir. Biz de aklımıza gelen ANLAMLI sorulara yanıt ararken hep başkalarının kendi düşünceleri ile düşüncelenmek zorunda kalırız. Kendi orijinal fikirlerimizi bulamaz veya taklitçi bir yaşam ya da maskelenmiş bir kişilikle kendi karikatürümüzü oynarız. Sonunda da bu dünyaya top oynamak için gelmişken, kendimizi kale direkleri sokulmuş bir sahada yapayalnız bulur ve hangi oyunu, kiminle ve hangi kurallarla oynayacağımızı bilemeden öylece donakalırız.

Sanıyorum buraya kadar yazdıklarım oldukça soyut ve epeyce mecaz yüklü oldu. Sıra rasyonel beynimizi tatmin etmeye geldi demektir:

“Bir kitap okudum tüm hayatım değişti”

Ben bu sözü, son dört günde hazmederek okuduğum bir kitaptan sonra şöylece değiştirmek istiyorum:

“Bir kitap okudum; edindiğim tüm deneyimler ve yaşam boyu elde ettiğim tüm bilgiler, beynimde kategorize oldukları tüm dosyalardan çıktılar ve yeniden dosyalanıp sadece üç klasörde toplandılar. Düşüncelerimin ve belki de yaşam tarzımın bundan sonra değişeceğini sezinliyorum.”

Bu kitabın adı “SPIRITUAL INTELLIGENCE”. Yani Ruhsal Zeka. Yazarı Danah Zohar. Harward Üniversitesi’nde Fizik doktorası yaptıktan sonra Oxford’da felsefe ve psikoloji tahsil etmiş bir bilim kadını. Birikimlerini ve yeni elde ettiği bilimsel gerçekleri rasyonel açıklamalarıyla akla, kalbe ve ruha kolayca ulaştırabilen eşsiz bir yazar… Sizlere bu üstün farkındalık sahibi kişinin yazdıklarından iki pasaj aktarmak istiyorum.

“Fizikotesi veya metafizik konular bilimin alanına pek girmez. Ama ben bir bilimkadını olarak meslekten dışlanmayı ve tüm riskleri göze alarak - “CEVHER”, “ÖZ” veya “RUH” denen olgulara beynimizin kolayca algılayabileceği açıklamalar getirebilmek için tüm birikimlerimi ve mesleki olanaklarımı kullanarak, yeni bir sistem geliştirdim. Bu çarpıcı ve yepyeni ifade biçimini bulmaya neden olan şey, “BEYİNDEKI TANRI BÖLGESi” başlıklı bir makale oldu. Yazıyı okur okumaz beynimde ve kalbimde kocaman bir ateş yandı. Bu ateşte kaynayıp pişen bilgilerin daha önceki bilgi ve deneyimlerimle birleşmesi sonucu ortaya yepyeni veriler çıktı. Onları tüminsanlarla paylaşmak için de bu kitabı yazdım.

Hangi dış uyarıcıların ve etkilerin insan beyninde hangi bölgeyi çalıştırdıklarını eski araştırmalardan biliyorduk. Fakat en son geliştirilen ve adına kısaca MEG denen (MAGNETO-ENSEPHALOGRAF) cihaz sayesinde, beyin hücrelerinin çalışırken yaydıkları ve beyinde oluşturdukları elektro-manyetik dalgaların şiddetini ve birbirlerini nasıl etkilediklerini öğrenme olanağı bulduk. Ayrıca bu etkileşim (interference) sonucunda ortaya çıkan osilasyonları (dalga salınımları) ölçmek mümkün oldu.

Bilindigi gibi, uyuyan bir insanda beyin dalgalarının frekansı 2 Hz’ye kadar düşebiliyor. (Saniyede 2 dalga) Uyanık birinde de dalga frekansları 35-45 Hz arasında değişebiliyor. Fakat ilginçtir ki, meditasyon yapan bir kişinin “FRONTAL LOBE” denen ön-üst beyin bölgesinde sürekli olarak 40 Hz’lik dalgalar oluşuyor. Ve bunlar denizin üstündeki dalgalar gibi önden arkaya doğru hareket ederek, birbirlerini ve diğer bölgelerdeki dalgaları etkiliyorlar. Böylece ortaya 40 Hz’lik Birleşık Osilasyonlar çıkarıyorlar. Ayrıca, teste tabi tutulan insanlara dinsel, mistik ya da Tanrısal çağrışım yaptıran nesneler gösterildiğinde veya pasajlar okunduğunda, yine sadece Frontal Lobe’da 40 Hz’lik osilasyonlar oluşuyor.

Beyinde bölge bölge ve birleşik olarak oluşan osilasyonları ölçüp yayımlayan ilk nöro-bilimci Rodolfo Llinas (New York Universitesi, Tıp Fakültesi) Frontal Lobe’a “TANRI BÖLGESİ” (God Spot) adını vermiş. Yine Rodolfo’nun araştırmalarına göre; 40 Hz’lik dalgalar ve osilasyonlar beynin diğer bölgelerinde de oluşuyor ama sadece bir objenin ne olduğunu anlamaya çalıştığımız anda. Örneğin, bir odada oturup boş gözlerle etrafına bakınan birininin beyninde 35-39 Hz arasında değişen dalgalar oluşuyor. Fakat odadaki masanın üstünde duran bir fincana dikkat ettiğinde, fincanın rengini, boyunu ve şeklini ayrı ayrı bölgeler algıladığı için bu bölgelerden çıkan dalgaların birleşik osilasyonları sürekli 40 Hz şiddetinde oluyor. Yani beynimiz, parçaları birleştirip bir bütünü algılalarken, algılama işini beyin hücrelerinin kendileri (noronlar) değil, ortaya artı bir değer olarak çıkan 40 Hz’lik birleşik osilasyonlar sağlıyor. Bu, üç gitaristin aynı anda, bir tele dokunmasından sonra yayılan ses dalgalarının kulağımıza tek bir ses olarak gelmesi gibi bir fenomen.

İşte Rodolfo’nun bu buluşu, kafamda çakan şimşeği körükleyen katalizor oldu. Baktım ki:

- İnsan koma halindeyken veya baygınken, o kişinin beyni 0.5-3.5 Hz arasında dalga yayıyor (Delta).

- Uyuyorken 3.5-7 Hz arasında (Teta),

- Uzanıp rahatlamışken 7-13 Hz arasında (Alfa),

- Bir işe konsantre olmuşken 13-30 Hz arasında (Beta),

- Öğrenirken 40 Hz (Gama),

- Panik halindeyken de 45 Hz’lik dalga yayıyor.

Bu buluşa göre; parçaları birleştirme, yeni düşünceler üretme ve hayal kurma esnasında ortaya çıkan birleşik osilasyonlar muhakkak 40 Hz şiddetinde oluyor. Öyleyse; beyin 40 Hz’lik birleşik osilasyonları en verimli ve en yaratıcı bilinç halindeyken oluşturuyor. İşte buradaki püf noktası ve ilginç olan olgu şu; bu birleşik osilasyonların nöronlarla bir ilgisi ve bağlantısı olmaması ve onların tamamen dışında ve beynin üzerindeki bir manyetik alanda gerçekleşiyor olması. Bu arada Budizm’deki 7 şakra ve Hıristiyanlık’taki Halo (azizlerin başlarının üstünde asılı duran yuvarlak, bulutumsu halka) acaba bu gerçeğe mi işaret ediyor diye kendi kendime sormadan edemedim.

Bu yeni buluşlar ışığında derin derin düşünürken, birdenbire insan aklı gözüme 3 bölümlü bir bütün olarak göründü ve hala öyle görünüyor. Buna göre AKIL dediğimiz şey;

1 - IQ
2 - EQ
3 - SQ’dan oluşuyor.

IQ: MANTIKSAL ZEKA. Beyindeki nöronların ve onlardan çıkan dallar olan dendritlerin seri şekilde bağlanmalarından oluşan; rasyonel düşünmeyi, mantık kurallarını uygulamayı sağlayan ve problem çözebilen zeka. Bir bilgisayar gibi verilen komutları ve verileri kullanarak mantıksal çözümlemeler yapan zekamız. Freud’un “EGO” dediği bilinç hali.

EQ: DUYGUSAL ZEKA. Noronların ve dendritlerin paralelbiçimde bağlanması sonucu ortaya çıkan; beyni bedenden ve dış etkilerden haberdar eden ve duygusal halimizin ortaya çıkmasını sağlayan zekamız. Freud’un “İD” dediği bilinç hali.

SQ: RUHSAL ZEKA. Beyindeki seri ve paralel baglantılardan çıkan dalgaların birbirini etkilemesi sonucu ortaya çıkan birleşik osilasyonların ortaya çıkardığı manyetik bir alanda işlev gören zekamız. Yaratıcı, birleştirici, değiştirici ve evrendeki dalgalarla etkileşime girip, bizi özümüze, kökümüze ve Kolektif Bilinç’e bağlayan bütünsel zeka türümüz. Fakat SQ, Freud’un “SÜPER EGO” dediği bilinç hali değil; gerçek Kozmik Bilinç’in bir parçası ve onunla alış-veriş içinde olan bolüm. Belki de dini kitaplarda adına ruh denen o AKILLI ENERJİ.

Değerli okuyucularım,

Sizlere bu 300 sayfalık bilgi yüklü, her sayfası beyninizde yeni bir pencere açacak, yeni bir köprü kurduracak kitabı bir tek makaleyle özetlememe olanak yok. Umarım İngilizce bilenleriniz bu eşşiz kitabı bulup okurlar (Bloomsbury, London, 2001) ve bilmeyenleriniz için de bir yayınevi çevirisini yaparak yayımlar.

Sizlere Donah Zohar’ın birkaç saptamasını daha iletip yazıyı bitireceğim...

‘IQ iç ve dış uyarıcılar hakkında ne düşüneceğimizi sağlar, EQ ne hissedeceğimizi. Motivasyonlar nasıl davranacağımızı sağlar. SQ ise iç ve dış uyaranlar hakkında hangi soruları sormamızı, olayları nasıl değiştirmemiz gerektiğini ve tüm yeni bilgi ve bulguları yaratmamızı sağlar. IQ ve EQ’nun algılayamadığı enerji dalgalaıni algılar ve hem seri hem de paralel bağlantı mekanizmaları ile birlikte onların ürettiği dalgaları kullanarak yeni formasyonlar yaratır.

Ben bu zeka türümüze “Ruhsal Zeka” demeyi yeğledim. Çünkü eski tarihlerden beri yapılan ruh tanımlarına baktığımda ruha atfedilen özellikleri SQ’ya yakıştırmak, aklıma gönlüme ve bilimsel gerçeklere hiç mi hiç aykırı düşmedi.

Ruh masum bir çocuk gibi acemidir ama birçok otantik bilgiyle birlikte bir bedende doğar. O nedenle çocukların ruhsal zekaları yüksektir. O zeka, öğrenip gelişmek ve hem kendi evrimine hem de Kolektif Bilinç’e kaykıda bulunmak için çaba harcar. Ve de beslendiği kaynaktaki kozmik gerçekleri diğer ruhlarla paylaşmak ister. Bunun sağlamak için IQ ve EQ’nun becerilerinden yararlanır.
Fakat maalesef ruhsal zekamızla olan koprüyü çoğumuz koparıp atmışız. Ya da bize Üst Bilinç’ten mesajlar iletmesini, yeni mesajlar yaratmasını bloke etmişizdir. O nedenle de özü ile yabancılaşan ve anlam fukaralığı yaşayan zekamız, içimizdeki öz yabancılaşmayı sessiz bir boşluk olarak algılamakta ve bu nedenle de hem bedensel hem de ruhsal olarak kendimizi yalnız hissetmekteyiz.

Ruhsal zekanızla köprüleri atmışsanız, onu yeniden inşa edin. (Bunun yollarını size kitabın ilerleyen sayfalarında takdim edeceğim.) O kanaldan tekrar beslenmeye başladığınızda yalnızlığınız sona erecek, yaşam enerjisi ve ilhamlarla dolup taşacak ve yaptığınız her iş lokal olarak veya kozmik düzeyde anlam kazanacaktır.”

Evet, buna benzer ve bunlardan daha carpıcı pek çok özgün düşünce üretmiş Danah Zohar. Kendisinden esinlenen kendi beynimde pekçok yeni pencere açıldı diyebilirim. Bunlardan birini sizlere aktarıp veda edeceğim.

Bence Ruhsal Zeka salt yaratıcılık, hayal gücü, anlam arayışı ve parçaları birleştirip yeni bütünler oluşturmaya yaramıyor. Bunların yanında daha başka işlevlerinin de olması gerekir. Bunları listelemek ve teker teker açıklamak için yeni bir kitap yazmaya karar verdim ve burada sadece tek bir açıklama ile yetineceğim.

Öyle anlaşılıyor ki; SQ, varlıklarını hissettiğimiz ama tanımlarını yapamadığımız olguların ve kavramların somut açıklamalarını bize verebilir. Örneğin; sevgi ve mutluluk… Sevginin ve mutluluğun ne denli rölatif ve soyut birer kavram olduğunu hepimiz biliriz. Ruhsal Zeka açısından düşündüğümde, sevmek ve mutlu olmak bana ruhsal birer yetenek ya da fonksiyon gibi görünüyor. SQ’nun birleşik osilasyonları, sevgi ve mutluluk salınımları içermiyorsa, kişi bu duygulaı yeterince sezinlemiyor ve yaşayamıyor demektir. Ayrıca, bu osilasyonlar Kolektif Bilinç’ten sürekli beslenme kanalından mahrum bırakılmışsa, kişinin sevecen,özverili olması veya dingin ve mutlu bir ruh haline sahip olması da mümkün olmuyor.

Sonuç: Her canlıda olduğu gibi insanlarda da üç temel içgüdü var: Hayatta kalmak için beslenmek, üremek ve yaşamsal tehlikelerden korunmak. Bu üç güdünün gereklerini yerine getirmek için IQ ve EQ yetiyor. Fakat anlam-mutluluk-sevgi arayışı ve yaratıcılık SQ’nun becerisi… İçgüdülerden, duygu ve düşüncelerden gelen verileri toparlayıp yoğuran ve bambaşka biçimlere sokan simyagerliğin kaynağı…

Beyindeki birleşik salınımların kaynak bölgesi olan Frontal Lobe’a Tanrı Bölgesi (God Spot) denmesi de pekçok insanın antipatisine neden olabilir. Ama bence son derece yerinde kullanılmiş bir ifade. Tanrı’nın nerede olduğunu bilen var mı? Ona bir mekan izafe etmek mümkün mü? Ama onunla temasımızı sağlayan bölgeye Tanrı Bölgesi dememizde ne sakınca olabilir ki? Kaldı ki; “Tanrı beynimdedir,” diye bir ifade kullansam, bunun aksini kim kanıtlayabilir ki? İspat edebilecekler beri gelsinler!!!

Mehmet Sağlam
Londra, 4.Eylül.2002

Not: Sayın Mehmet Sağlam'ın netyorum.com 'da yayınlanan diğer yazılarına buraya tıklayarak erişebilirsiniz.


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
116. Sayı önceki yazı 116. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı  
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye