|
12.09.2002 Mehmet Sağlam - netyorum.com / Sayı: 116
İÇİMİZDEKİ BOŞLUĞUN YALNIZLIĞI
(Ben sadece dünyanın üzerinde yaşayan bir yaratık değilim. Onu
var eden parçalardan biriyim ve de evrenin parçasıyım.)
Son elli yıl ve özellikle yirmi yıl içinde çevre kirliliği ve gürültü kirliliği
yanında görüntü ve enformasyon kirliliği o kadar arttı ki, içimiz-dışımız
doğamızı zehirleyip yıpratan çok sayıda soyut ve somut toksinle dolup taşmaya
başladı. Toksik soyutlar, özellikle yazılı, sesli ve görüntülü medya aracılığı
ile ve internet vasıtasıyla yatak odalarımıza, bürolarımıza ve okullarımıza
kadar girdi. Bu kirlenme, bünyemizi zayıflatarak, bilincimizi ve düşünce
yapımızı bitkin düşürüp, bizleri uyur-gezer birer insana dönüştürmeye başladı.
Sonuçta vurdumduymazlık, nemelazımcılık ve egoizm gibi, en azından yapıcı ve
bütünleştirici olmayan bazı negatif vasıflarımız ön plana çıkmaya başladı.
Estetik duygular, anlam arayışı, etik değerler ve ruhsal ihtiyaçlarımız
haddinden fazla geri planda kalmaya yüz tuttu. Yani ortalıkta AIDS ve kanserden
daha yıpratıcı bir sosyal hastalık var ve bireyler olarak hepimizi tehdit
ediyor. Çoğumuzu da etkisi altına almış, bitkin ve mecalsiz bırakmış zaten. Ben
bunun adını “ANLAMSIZLIK HASTALIĞI” koymak istiyorum. Evet, tek dişli
canavara dönüşmüş azgın kapitalizm ve piyasa ekonomisi geliştikçe, bizlere
sunduğu “daha iyi standart”larda yaşama olanağına karşın, bedenimizden,
duygularımızdan ve ruhumuzdan alıp götürdüğü değerlerin farkında bile değiliz.
Sanayi ve küresel ticaretin çarkları gıcırdayıp döndükçe, tüm insani
değerlerimizi öğütüp, un-ufak eden bir değirmen gibi, masum doğamızı, otantik
değerlerimizi ve bizi diğer canlılardan ayıran ‘üst bilinç arayışı’mızı kemirip
eritiyor. Doyumsuz canavara dönüşmüş maddesel iştah, vazgeçilmez birikimlerimiz
olan kültürel, spiritüel ve ahlaki değerlerimizi tuz-buz etmeye devam ediyor.
Fakat bir yandan da insanın anlam fukaralığı içinde yaşayamayacağını anlayan bu
küresel bozguncu, karşımıza koyduğu göz kamaştıran bir tabela ile bizi belli bir
hedefe yöneltmeye, koşullandırmaya ve sözde anlamlı yaşamaya itiyor. O süslü
tabelayı her yerde görüp okuyabilirsiniz. Üstünde şunlar yazılı: “SERVETİN YOKSA
BİR HİÇ SAYILIRSIN. PARA EN YÜCE DEĞERDİR. AMİN!”
Sonuçta, bize günde birkaç kez amin dedirte dedirte, bu sloganı dilimizden
düşmeyen bir duaya dönüştürdü. Ama her duanın hayrımıza olmayacağını artık
yaşayarak öğrenmiş olmamız lazım gelirdi. Maalesef insan alışkanlıkları ile
yaşayan bir varlık olduğu için bu duaya da alıştı ve bir türlü terk edemiyor.
Yaptığımız bu duanın uzun vadede aleyhimize işleyeceğini görememişsek bile, bunu
görüp anlayanlardan ders almamız gerekmez mi? İşte bu dersi ben birkaç yıldan
beri alıyorum ve bu yazı ile de öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
ÖZ’E DÖNÜŞ
Şu ifadeleri sürekli okur veya kullanırız: İçsel derinliklerimiz, özümüz,
cevherimiz, üçüncü gözümüz, kalp gözümüz, ruh gözümüz, farkındalık halimiz,
bilinç ötemiz, vs. Fakat bu kavramların temelde ne anlama geldiğini öğrenmek
istesek bile okuduğumuz birkaç kitap veya dinlediğimiz birkaç insanın
sohbetinden sonra genellikle eve eli boş döneriz. Kafamızda belki birkaç yeni
kelime kalmış olur, o kadar; Kozmik Vakum, TEK’lik, HİÇ’lik ve Kolektif Bilinç
gibi…
Somut ve rasyonel düşünceden anlayan IQ’muzu tatmin edecek birer yanıt
bulamayışımızın baş nedeni, aldığımız eğitim sayesinde şekillenen beyin
devrelerimizin ve düşünce yapımızın bu tür soyutları anlamamızı engelliyor
olmasıdır. Çünkü bizdeki ve Batı’daki eğitim sistemleri bizlere her şeyi doğada,
bizim dışımızda ya da uzaklarda aramayı öğretmektedir. Hiçbir okul kitabı,
hiçbir Türk annesi “gerçeği içinde ara” diye öğüt vermez. Gerçek hep dışarıda;
bir alimin ağzında, bir öğretmenin dersinde ya da yaşamsal tecrübelerdedir. Biz
de aklımıza gelen ANLAMLI sorulara yanıt ararken hep başkalarının kendi
düşünceleri ile düşüncelenmek zorunda kalırız. Kendi orijinal fikirlerimizi
bulamaz veya taklitçi bir yaşam ya da maskelenmiş bir kişilikle kendi
karikatürümüzü oynarız. Sonunda da bu dünyaya top oynamak için gelmişken,
kendimizi kale direkleri sokulmuş bir sahada yapayalnız bulur ve hangi oyunu,
kiminle ve hangi kurallarla oynayacağımızı bilemeden öylece donakalırız.
Sanıyorum buraya kadar yazdıklarım oldukça soyut ve epeyce mecaz yüklü oldu.
Sıra rasyonel beynimizi tatmin etmeye geldi demektir:
“Bir kitap okudum tüm hayatım değişti”
Ben bu sözü, son dört günde hazmederek okuduğum bir kitaptan sonra şöylece
değiştirmek istiyorum:
“Bir kitap okudum; edindiğim tüm deneyimler ve yaşam boyu elde ettiğim tüm
bilgiler, beynimde kategorize oldukları tüm dosyalardan çıktılar ve yeniden
dosyalanıp sadece üç klasörde toplandılar. Düşüncelerimin ve belki de yaşam
tarzımın bundan sonra değişeceğini sezinliyorum.”
Bu kitabın adı “SPIRITUAL INTELLIGENCE”. Yani Ruhsal Zeka. Yazarı
Danah Zohar. Harward Üniversitesi’nde Fizik doktorası yaptıktan sonra
Oxford’da felsefe ve psikoloji tahsil etmiş bir bilim kadını. Birikimlerini ve
yeni elde ettiği bilimsel gerçekleri rasyonel açıklamalarıyla akla, kalbe ve
ruha kolayca ulaştırabilen eşsiz bir yazar… Sizlere bu üstün farkındalık sahibi
kişinin yazdıklarından iki pasaj aktarmak istiyorum.
“Fizikotesi veya metafizik konular bilimin alanına pek girmez.
Ama ben bir bilimkadını olarak meslekten dışlanmayı ve tüm riskleri göze alarak
- “CEVHER”, “ÖZ” veya “RUH” denen olgulara beynimizin kolayca algılayabileceği
açıklamalar getirebilmek için tüm birikimlerimi ve mesleki olanaklarımı
kullanarak, yeni bir sistem geliştirdim. Bu çarpıcı ve yepyeni ifade biçimini
bulmaya neden olan şey, “BEYİNDEKI TANRI BÖLGESi” başlıklı bir makale oldu.
Yazıyı okur okumaz beynimde ve kalbimde kocaman bir ateş yandı. Bu ateşte
kaynayıp pişen bilgilerin daha önceki bilgi ve deneyimlerimle birleşmesi sonucu
ortaya yepyeni veriler çıktı. Onları tüminsanlarla paylaşmak için de bu kitabı
yazdım.
Hangi dış uyarıcıların ve etkilerin insan beyninde hangi bölgeyi
çalıştırdıklarını eski araştırmalardan biliyorduk. Fakat en son geliştirilen ve
adına kısaca MEG denen (MAGNETO-ENSEPHALOGRAF) cihaz sayesinde, beyin
hücrelerinin çalışırken yaydıkları ve beyinde oluşturdukları elektro-manyetik
dalgaların şiddetini ve birbirlerini nasıl etkilediklerini öğrenme olanağı
bulduk. Ayrıca bu etkileşim (interference) sonucunda ortaya çıkan osilasyonları
(dalga salınımları) ölçmek mümkün oldu.
Bilindigi gibi, uyuyan bir insanda beyin dalgalarının frekansı 2
Hz’ye kadar düşebiliyor. (Saniyede 2 dalga) Uyanık birinde de dalga frekansları
35-45 Hz arasında değişebiliyor. Fakat ilginçtir ki, meditasyon yapan bir
kişinin “FRONTAL LOBE” denen ön-üst beyin bölgesinde sürekli olarak 40 Hz’lik
dalgalar oluşuyor. Ve bunlar denizin üstündeki dalgalar gibi önden arkaya doğru
hareket ederek, birbirlerini ve diğer bölgelerdeki dalgaları etkiliyorlar.
Böylece ortaya 40 Hz’lik Birleşık Osilasyonlar çıkarıyorlar. Ayrıca, teste tabi
tutulan insanlara dinsel, mistik ya da Tanrısal çağrışım yaptıran nesneler
gösterildiğinde veya pasajlar okunduğunda, yine sadece Frontal Lobe’da 40 Hz’lik
osilasyonlar oluşuyor.
Beyinde bölge bölge ve birleşik olarak oluşan osilasyonları
ölçüp yayımlayan ilk nöro-bilimci Rodolfo Llinas (New York Universitesi, Tıp
Fakültesi) Frontal Lobe’a “TANRI BÖLGESİ” (God Spot) adını vermiş. Yine
Rodolfo’nun araştırmalarına göre; 40 Hz’lik dalgalar ve osilasyonlar beynin
diğer bölgelerinde de oluşuyor ama sadece bir objenin ne olduğunu anlamaya
çalıştığımız anda. Örneğin, bir odada oturup boş gözlerle etrafına bakınan
birininin beyninde 35-39 Hz arasında değişen dalgalar oluşuyor. Fakat odadaki
masanın üstünde duran bir fincana dikkat ettiğinde, fincanın rengini, boyunu ve
şeklini ayrı ayrı bölgeler algıladığı için bu bölgelerden çıkan dalgaların
birleşik osilasyonları sürekli 40 Hz şiddetinde oluyor. Yani beynimiz, parçaları
birleştirip bir bütünü algılalarken, algılama işini beyin hücrelerinin kendileri
(noronlar) değil, ortaya artı bir değer olarak çıkan 40 Hz’lik birleşik
osilasyonlar sağlıyor. Bu, üç gitaristin aynı anda, bir tele dokunmasından sonra
yayılan ses dalgalarının kulağımıza tek bir ses olarak gelmesi gibi bir fenomen.
İşte Rodolfo’nun bu buluşu, kafamda çakan şimşeği körükleyen
katalizor oldu. Baktım ki:
- İnsan koma halindeyken veya baygınken, o kişinin beyni 0.5-3.5
Hz arasında dalga yayıyor (Delta).
- Uyuyorken 3.5-7 Hz arasında (Teta),
- Uzanıp rahatlamışken 7-13 Hz arasında (Alfa),
- Bir işe konsantre olmuşken 13-30 Hz arasında (Beta),
- Öğrenirken 40 Hz (Gama),
- Panik halindeyken de 45 Hz’lik dalga yayıyor.
Bu buluşa göre; parçaları birleştirme, yeni düşünceler üretme ve hayal kurma
esnasında ortaya çıkan birleşik osilasyonlar muhakkak 40 Hz şiddetinde oluyor.
Öyleyse; beyin 40 Hz’lik birleşik osilasyonları en verimli ve en yaratıcı bilinç
halindeyken oluşturuyor. İşte buradaki püf noktası ve ilginç olan olgu şu; bu
birleşik osilasyonların nöronlarla bir ilgisi ve bağlantısı olmaması ve onların
tamamen dışında ve beynin üzerindeki bir manyetik alanda gerçekleşiyor olması.
Bu arada Budizm’deki 7 şakra ve Hıristiyanlık’taki Halo (azizlerin başlarının
üstünde asılı duran yuvarlak, bulutumsu halka) acaba bu gerçeğe mi işaret ediyor
diye kendi kendime sormadan edemedim.
Bu yeni buluşlar ışığında derin derin düşünürken, birdenbire insan aklı gözüme 3
bölümlü bir bütün olarak göründü ve hala öyle görünüyor. Buna göre AKIL
dediğimiz şey;
1 - IQ
2 - EQ
3 - SQ’dan oluşuyor.
IQ: MANTIKSAL ZEKA. Beyindeki nöronların ve onlardan çıkan dallar olan
dendritlerin seri şekilde bağlanmalarından oluşan; rasyonel düşünmeyi, mantık
kurallarını uygulamayı sağlayan ve problem çözebilen zeka. Bir bilgisayar gibi
verilen komutları ve verileri kullanarak mantıksal çözümlemeler yapan zekamız.
Freud’un “EGO” dediği bilinç hali.
EQ: DUYGUSAL ZEKA. Noronların ve dendritlerin
paralelbiçimde bağlanması sonucu ortaya çıkan; beyni bedenden ve dış etkilerden
haberdar eden ve duygusal halimizin ortaya çıkmasını sağlayan zekamız. Freud’un
“İD” dediği bilinç hali.
SQ: RUHSAL ZEKA. Beyindeki seri ve paralel baglantılardan
çıkan dalgaların birbirini etkilemesi sonucu ortaya çıkan birleşik
osilasyonların ortaya çıkardığı manyetik bir alanda işlev gören zekamız.
Yaratıcı, birleştirici, değiştirici ve evrendeki dalgalarla etkileşime girip,
bizi özümüze, kökümüze ve Kolektif Bilinç’e bağlayan bütünsel zeka türümüz.
Fakat SQ, Freud’un “SÜPER EGO” dediği bilinç hali değil; gerçek Kozmik Bilinç’in
bir parçası ve onunla alış-veriş içinde olan bolüm. Belki de dini kitaplarda
adına ruh denen o AKILLI ENERJİ.
Değerli okuyucularım,
Sizlere bu 300 sayfalık bilgi yüklü, her sayfası beyninizde yeni
bir pencere açacak, yeni bir köprü kurduracak kitabı bir tek makaleyle
özetlememe olanak yok. Umarım İngilizce bilenleriniz bu eşşiz kitabı bulup
okurlar (Bloomsbury, London, 2001) ve bilmeyenleriniz için de bir
yayınevi çevirisini yaparak yayımlar.
Sizlere Donah Zohar’ın birkaç saptamasını daha iletip yazıyı
bitireceğim...
‘IQ iç ve dış uyarıcılar hakkında ne düşüneceğimizi sağlar, EQ
ne hissedeceğimizi. Motivasyonlar nasıl davranacağımızı sağlar. SQ ise iç ve dış
uyaranlar hakkında hangi soruları sormamızı, olayları nasıl değiştirmemiz
gerektiğini ve tüm yeni bilgi ve bulguları yaratmamızı sağlar. IQ ve EQ’nun
algılayamadığı enerji dalgalaıni algılar ve hem seri hem de paralel bağlantı
mekanizmaları ile birlikte onların ürettiği dalgaları kullanarak yeni
formasyonlar yaratır.
Ben bu zeka türümüze “Ruhsal Zeka” demeyi yeğledim. Çünkü
eski tarihlerden beri yapılan ruh tanımlarına baktığımda ruha atfedilen
özellikleri SQ’ya yakıştırmak, aklıma gönlüme ve bilimsel gerçeklere hiç mi hiç
aykırı düşmedi.
Ruh masum bir çocuk gibi acemidir ama birçok otantik bilgiyle
birlikte bir bedende doğar. O nedenle çocukların ruhsal zekaları yüksektir. O
zeka, öğrenip gelişmek ve hem kendi evrimine hem de Kolektif Bilinç’e kaykıda
bulunmak için çaba harcar. Ve de beslendiği kaynaktaki kozmik gerçekleri diğer
ruhlarla paylaşmak ister. Bunun sağlamak için IQ ve EQ’nun becerilerinden
yararlanır.
Fakat maalesef ruhsal zekamızla olan koprüyü çoğumuz koparıp atmışız. Ya da bize
Üst Bilinç’ten mesajlar iletmesini, yeni mesajlar yaratmasını bloke etmişizdir.
O nedenle de özü ile yabancılaşan ve anlam fukaralığı yaşayan zekamız,
içimizdeki öz yabancılaşmayı sessiz bir boşluk olarak algılamakta ve bu nedenle
de hem bedensel hem de ruhsal olarak kendimizi yalnız hissetmekteyiz.
Ruhsal zekanızla köprüleri atmışsanız, onu yeniden inşa edin.
(Bunun yollarını size kitabın ilerleyen sayfalarında takdim edeceğim.) O
kanaldan tekrar beslenmeye başladığınızda yalnızlığınız sona erecek, yaşam
enerjisi ve ilhamlarla dolup taşacak ve yaptığınız her iş lokal olarak veya
kozmik düzeyde anlam kazanacaktır.”
Evet, buna benzer ve bunlardan daha carpıcı pek çok özgün düşünce üretmiş Danah
Zohar. Kendisinden esinlenen kendi beynimde pekçok yeni pencere açıldı
diyebilirim. Bunlardan birini sizlere aktarıp veda edeceğim.
Bence Ruhsal Zeka salt yaratıcılık, hayal gücü, anlam arayışı ve parçaları
birleştirip yeni bütünler oluşturmaya yaramıyor. Bunların yanında daha başka
işlevlerinin de olması gerekir. Bunları listelemek ve teker teker açıklamak için
yeni bir kitap yazmaya karar verdim ve burada sadece tek bir açıklama ile
yetineceğim.
Öyle anlaşılıyor ki; SQ, varlıklarını hissettiğimiz ama
tanımlarını yapamadığımız olguların ve kavramların somut açıklamalarını bize
verebilir. Örneğin; sevgi ve mutluluk… Sevginin ve mutluluğun ne denli rölatif
ve soyut birer kavram olduğunu hepimiz biliriz. Ruhsal Zeka açısından
düşündüğümde, sevmek ve mutlu olmak bana ruhsal birer yetenek ya da fonksiyon
gibi görünüyor. SQ’nun birleşik osilasyonları, sevgi ve mutluluk salınımları
içermiyorsa, kişi bu duygulaı yeterince sezinlemiyor ve yaşayamıyor demektir.
Ayrıca, bu osilasyonlar Kolektif Bilinç’ten sürekli beslenme kanalından mahrum
bırakılmışsa, kişinin sevecen,özverili olması veya dingin ve mutlu bir ruh
haline sahip olması da mümkün olmuyor.
Sonuç: Her canlıda olduğu gibi insanlarda da üç temel içgüdü
var: Hayatta kalmak için beslenmek, üremek ve yaşamsal tehlikelerden korunmak.
Bu üç güdünün gereklerini yerine getirmek için IQ ve EQ yetiyor. Fakat
anlam-mutluluk-sevgi arayışı ve yaratıcılık SQ’nun becerisi… İçgüdülerden, duygu
ve düşüncelerden gelen verileri toparlayıp yoğuran ve bambaşka biçimlere sokan
simyagerliğin kaynağı…
Beyindeki birleşik salınımların kaynak bölgesi olan Frontal Lobe’a Tanrı Bölgesi
(God Spot) denmesi de pekçok insanın antipatisine neden olabilir. Ama bence son
derece yerinde kullanılmiş bir ifade. Tanrı’nın nerede olduğunu bilen var mı?
Ona bir mekan izafe etmek mümkün mü? Ama onunla temasımızı sağlayan bölgeye
Tanrı Bölgesi dememizde ne sakınca olabilir ki? Kaldı ki; “Tanrı beynimdedir,”
diye bir ifade kullansam, bunun aksini kim kanıtlayabilir ki? İspat
edebilecekler beri gelsinler!!!
Mehmet Sağlam
Londra, 4.Eylül.2002
Not: Sayın Mehmet Sağlam'ın netyorum.com 'da yayınlanan diğer
yazılarına
buraya tıklayarak erişebilirsiniz.
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel
yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine
tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya
link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)
|