İLK AK
Saçları gün ışığı gibiydi.
Ona bakan;
"Bu kız başında bir güneş taşıyor" derdi.
Gözleri gök boyalı idi.
Ona bakan;
"Bu kız gözlerinde gökyüzünü taşıyor" derdi.
Yanakları gül yaprağı gibi idi.
Ona bakan;
"Bu kızın yüzünde bir sabah bahçesinin aydınlığı var" derdi.
O eski Anadolu masallarının kızlarına benzerdi.
Güldükçe güller açılır,
yürüdükçe yeşil çimenler biterdi altında ayaklarının.
Bir iyi, bir aydın, bir temiz yüreciği vardı.
Kötülük bir kerecik olsun kapısını çalmamış,
karanlık bir saatçik olsun,
penceresinden girmemişti o yüreciğin.
Günlerden bir gün bu masal kızının karşısına bir erkek çıktı.
Nereden geldiğini,
nereye gittiğini,
kim olduğunu hiç anlayamadığı bir erkek.
Erkek yakışıklı değildi,
zengin değildi.
Yanlız sevmesini biliyordu.
Ateş olup yanarak,
yel olup haykırarak,
dal olup kırılarak sevmesini.
Seviştiler.
Birbirlerine,
birbirimizi seviyoruz demeden.
Bir gece erkek çaldı kapısını genç kızın.
Ay ışığı vardı dışarda.
Kız çıktı kapı önüne,
yüzü ay ışığında rüya gibi oldu.
"İçeri gel" dedi.
"Gelemem" dedi ötekisi
"Gidiyorum"
"Nereye?"
"Uzaklara.
Bir daha dönmeyeceğim.
Hoşçakal demeye geldim"
Kız birşey demedi.
Sonra sessizlik.
O gece masalların kızı yatmadan önce
günışığı gibi saçlarını tararken,
altın saçlarının arasında bir gümüş tel gördü.
İlk ak...
(Sayın Gülümser Ulaş'a teşekkürler) |