|
17.01.2006 Zeynep Yazıcı - netyorum.com / Sayı: 167
ÇIPLAK BARONES
Paris 1932 . Bir akşamüstü geç vakitte, Montmartre’da bir barda, uzun bir amber
ağızlıkla Türk sigarası içen genç ve hoş bir kadın, kendisiyle pek de olağan
sayılmayacak bir yoğunlukta konuşan adamı hayranlıkla dinliyordu. Bu klasik bir
baştan çıkarma sahnesi olarak görünebilirdi ve bir şekilde zaten de öyleydi
çünkü adamın sözcükleri kısa sürede kadını aşık edecekti.
Ama ona değil. Adamın yeryüzünde cennet olarak bahsettiği Ekvator ‘daki uzak
takımadalara. Adam, Ekvador’un Fransa Büyükelçiliği’nde çalışan bir
diplomattı ve kadına Galapagos’un güzelliğini anlatmakla bitiremiyordu: Büyüklü
küçüklü elli adadan oluşuyordu, yalnızca ikisine yerleşilmişti. Zamanın tarih
öncesinde durduğu bir dünya cennetiydi, iki bin yanardağın ve bin sekiz yüz insanın
bulunduğu bir yerdi.Galapagos’ da, deniz iguanaları, 300 kilo ağırlığındaki ve
yaşları beş yüz yıla varabilen dev kaplumbağalar gibi, yerküre de başka hiçbir
yerde bulunmayan hayvanlar yaşıyordu. İşte burası, adaları 1835’te ziyaret eden
Charles Darwin’in evrim teorisini geliştireceği fikirleri edindiği yerdi.
Bu adalar Pasifik dalgalarıyla dövülüyor, sürüklenen puslarla ve yoğun sis
örtüsüyle örtünüyor; yanardağ patlamalarının alevleriyle aydınlanıyordu. On
altıncı yüzyılda, adaları gören ilk insan olan İspanyol denizci, onlara Ancantadas
yada Enchanted Islands –Büyülü Adalar adını takmıştı.Herman Meville de adaların
büyüsüne kapılmış ve bunları şiirsel sözcüklerle yazmıştı.
Kadın, Ekvadorlunun sözcüklerinden o kadar etkilenmişti ki karton bardak altlığı
üzerine küçük bir altın kalemle notlar almıştı. Daha şimdiden Galapagos
Takımadalarını fethedeceği bir krallık, hayatını artık son kez değiştirme
fırsatı gibi düşünmeye başlamıştı. Ve buna ihtiyacı da vardı. On dört yıl
önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu mahveden büyük ortak felakete
yakalanmış ve beş parasız kalmıştı.
Elisa von Wagner, Baron von Wagner Wehrborns sülalesinden önemsizbir aselete, zengin bir
ailenin çocuğu olarak 1896 da Innsbruck’da doğmuştu. Kendi durumunda ki yaşıtı
tüm kızlar gibi, lüks ve incelik içerisinde yetiştirildi. Seçkin Marie Teherese
kolejine devam etti. Alışagelmiş muhteşem tanıtım balosunda sosyetenin karşısına
çıktıktan sonra, genç bir aristokratın elini tutup kendisine evlenme teklif etmesini
bekleyerek dans ve flört etmişti. Ama birinci Dünya savaşı elde edilebilecek tüm
prenslerini katletmişti ; yenilgi imparatorluğu bölmüş ve ailenin her şeyi
kaybetmesiyle noktalanan ihtilale götürmüştü. Elisa’nın dünyası çökmüştü.
Annesi de babası da öldü. Yirmi üç yaşındaki sevimli ve coşkulu barones Elisa,
Avusturya ‘yı ve olası mutlak bir yoksulluğu terk etmeye karar verdi. Geriye kalan az
şeyle, özelliklede inkar edilemez güzelliği ve çekiciliği ile şansını aramaya
çıkmıştı. Hayellerinin ve maceralarının treni Şark ekspresi (Orient Express) onu
doğrudan Osmanlı imparatorluğu’nun dağıldığı İstanbul’ a götürdü.
Türklerin başkentinde aşırı derecede çekici bir kadın, femme fatale –ki böyle
olmaya karar vermişti- işkalci müttefik orduları(İngiliz,Fransız,İtalyan)
subayları Bolşevik devriminden kaçan beyaz Ruslar arasında kolaylıkla dikkati
çekebilirdi.
Tıpkı, kaybolan Hapsburg Avusturya’ sından bir başka renkli göçmen olan Erich von
Stroheim’ın filmlerinden birinde olduğu gibi, şampanya nehirleri, dönen rulet
çemberleri,lüks otellerde özel odalar, silah sesleri ve süvari kılıçları vardı.
Tüm bunların ortasında Avusturyalı adam yiyici, erkeklerin kalplerini ve
cüzdanlarını soyuyordu. İngiliz ordusundan bir yüzbaşı ona evlenme teklif etti; o
da reddetti ve yüzbaşı kendini ağzından vurarak intihar etti. ‘’Ne eşek kafalı
yorumunu yaptı soğuk kanlı Elisa.İki Rus aristokrat onun için düello etti;
kaybedenin yanağına yediği kılıç darbesiyle suratının şekli değişmişti. Onun
çekiciliğine kapılmış ama sonra bir kenara bırakılmış üçüncü bir Rus
Aristokrat, kaybetme fikrine dayanamamış, Elisa’yı bıçaklamış ama yara önemsiz
olduğu için geriye yalnızca küçük çizikler kalmıştı.
En sonunda yüksek sosyetedeki talipleri Elisa’nın bazı şeyleri çok fazla ileri
götürdüğünü hissetmeye başlamışlardı. Yavaş yavaş dikkatlerini başka yerlere
doğru çevirdiler. Parası bitmiş ve kaygan bir yokuştan aşağıya doğru kaymaya
başlamıştı, tıpkı o hoppa yılların kabare şarkılarında olduğu gibi. Aşağıya
doğru adım adım sıçrayarak ilerliyordu, Pera ve Galata’ nın büyük otellerinden,
İstanbul’un Türk kesiminin ucuz pansiyonların ve batakhanelerine. Bir Türk
lokantasında garson olarak çalışmak onu bitirmişti, ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için patronunu, zaman zaman da bir müşteriyi baştan çıkarırdı.
Her neyse uzun uzun düşünüp artık Türkiye’yi tamamen terk etmesi gerektiğine
karar vermişti. Yalnızca kanını emeceği doğru kişiyle karşılaşmayı bekliyordu.
Ve o da çıkageldi., bir akşam köşe masada yemek yiyen, İstanbul’da ticaret yapan
bir Fransız işadamı Mösyö Bousquet. Kısa boylu şişman, ota yaşlı Mösyö
Bousquet’nin baştan çıkması bir akşamlık bir işti vebir kaç hafta
sonra,mutlulukları açıkça belli olan yeni evliler, Mösyö ve Madam Bousquet,
Fransa’ya dönüş yolundaki yolcu gemisine biniyorlardı. Ancak Parise varır varmaz
talihsiz Mösyö Bousquet’i acı bir sürpriz bekliyordu. Onu ‘’iktidarsız sapık
‘’ diye suçlayan Elisa hemen boşanmak istiyordu. Boşanmış ve daha da önemlisi
küçümsenmeyecek bir miktarda nafaka da koparmıştı. Ancak nafaka yetersizdi. Aslında
para hiçbir zaman yetmezdi ve bu yüzden barones yeni bir kurban arıyordu. Bu kez zengin
bir sanayici buldu; çeşitli dilleri ustalıkla kullanabilmesi ve Marie Teherese
kolejinde aldığı mükemmel ve yeterli eğitim yüzünden bu sanayicinin sekreteri
olmuştu. Ah Elisa o bir sır kadınıydı. Belki bir sır tutabilirdi ama sadık
olmadığı da kesindi. Başka bir sürü sevgilisi vardı, bunlardan biride Robert
Philipson adında iriyarı genç bir Amerikan Yahudi’siydi. O akşam Ekvadorlu
diplomatla karşılaştı sıradaki sevgilisi de bu genç iriyarı adamdı.
O kader toplantısından bir ay sonra, Barones Elisa von Wagner Paris’te bir otelin
salonunda bir basın toplantısı düzenledi. Katılan gazetecilere, yakında seçkin
turizme adanmış. Yalnızca zengin ve sofistike müşterilerin erişebileceği.
Yeryüzünde ki hiçbir yere benzemeyen bir kıyı sayfiyesi olan Paradise Retrouveyi
kuracağı Galapagos Adalarına gideceğini açıkladı. Yüzme havuzları, teniz
kortlarıyla dev bir otel, yatlar için küçük bir liman … beklide zamanla burayı
Pasifik’in Monte Carlo’su yapacak bir kumarhane olacaktı. Tüm proje,boş Galapagos
Adalarını, Amerika Birleşik Devletlerinin Hawai adalarında yaptıklarıyla
kıyaslanabilecek bir şeyler haline getirmek isteyen Ekvator hükümetinin desteğini
almıştı.
Ve sonra Robert Philipson ve Lorentz adlı maceracı bir Alman arkadaşı
eşliğinde,Elisa,gemiyle Atlas Okyanusundan ve Panama kanalından geçtiler. Ekvator
Limanı Guayaquil’de indiler ve burada, otelin ana binası yapılıncaya kadar içinde
kalmaları için onlara geçici bir ev yapacak olan Chamuso adında bir marangoz
tuttular.Hükümette onlara , hepsini Floreana Adası’na götürmek üzere Cristobal
adlı tekneyi sağlamıştı. Buharlı tekne yedi gün boyunca yolculuk yaptı ve tam ada
açıklarında demir atacakken, brones-yarı putperest bir törenle- tüm giysilerini
çıkarttı, çırılçıplak ve muhteşem bir güzellikte pırıl pırıl mavi sulara
atladı. Sonra kıyıya kadar yüzdü ve tıpkı bir Venüs gibi kendi ada toprağının
mülkiyetini almak üzere kıyıda belirdi. Bu dünya cennetinde iklim o kadar güzeldi ki
orada kaldığı sürece tekrar giyinme derdine düşmedi. Üzerinde yalnızca safir bir
yüzük ve kırmızı saten bir kurdeleyle boynuna astığı 12 kalibrelik bir silah
vardı.
Üç adam ve yanlarında getirdikleri çeşitli hayvanlar, ondan daha az abartılı karaya
çıktılar. Hayvanlar, eşek,inek ve buzağı idi,ek olarak bir yığın alet ve
ekipmanda bulunuyordu. Günün ilk işi, tüm eklentileri ve çekici özellikleriyle
geleceğin oteline en uygun yeri seçmek ve bu yüzden araziyi gözden geçirmek
olmalıydı,en azından kuramsal olarak. Ama günler geçmiş marangoz Chamuso dışında
kimse parmağını bile oynatmamıştı; oda parçaları bir araya getirip küçük bir
kulübe yapmış ve sonra aletlerini bir kenara bırakıp boş boş yatan diğer ekip
üyelerine katılmıştı. Peki kim onları suçlayabilirdi. Adem ilk yeryüzü cennetinde
çalışmış mıydı ki? Burası Cennetti ve eğer yalnızca bir Havva ve üç de Adem
varsa,çekiciliğini pekala üçüyle de paylaşabilirdi.
Ve başkalarıyla da. Ada tamamen yerleşilmemiş bir ada değildi. Doğaya kökten bir
dönüş yapmış Avusturyalı bir aile vardı.Gerhard ve margret Wittmer ve genç
oğulları Franz ve Klaus. Berlinli dişçi Sigmund Ritter ve sevgilisi Dora Hilde Koerwin
de oradaydı; her ikisi de tamamen vejetaryendiler. Sigmund’un yeterli olmayan
önlemlere hiç tahammülü yoktu: Almanya’ dan ayrılmadan önce tüm dişlerini
çektirmişti, çünkü yalnızca sebze yiyorsanız dişler gereksizdir ve hiç durmadan
çürük yaratırlar. Barones arkadaşlarının adaya gelmelerinden birkaç ay sonra da
gerçek bir panik yaşandı. Kolayca yerleşebilecekleri ve bereketli topraklarında
tarım yapabilecekleri konusunda iki sahtekarın kandırdığı yirmi iki Norveçli adaya
boşaltıldı.
Yirmi ikisi de erkekti ve boş bir adada ihtiyaç duyabilecekleri, kadınlar hariç, her
şeyi getirmişlerdi.Ama burada tüm gelenlere hoş geldin diyen,çırılçıplak Barones
vardı.Ekvator cennetinde günler yavaş yavaş geçerken, barones herkesle bir bir-bazen
de iki iki ilgileniyordu: Norveçliler, Dr.Ritter, on beş yaşındaki oğlu Franz ve
hatta daha küçüğü Klaus ile.Dora Koerwin de bulaşıcı erotik hummaya tutulmuş
olarak,Philipson ve Lorentz’in ve bazende Norveçlilerin kollarında teselli
buluyordu.Floreana, kıskançlığın tamamen yasaklandığı bir serbest aşk ada
cumhuriyeti haline gelmişti.
Ya da belki de tümüyle değil.1934’ ün ilk gününde bir dizi acayip olay meydana
gelmeye başladı.1933 sonbaharı sonunda marangoz Chamuso,bir ağacın dibinde kafası
kırılmış olarak bulunmuştu. Herkes sakin bir şekilde, meyve toplarken ağaçtan
düşmüş olabileceğini varsaydı. Floreana’da polis gücü olmadığından olay hemen
kapandı. Aslında çok şiddetli mide ağrıları çekmeye ve 1 Ocak’ ta çok yüksek
ateşle yanmaya başlayan Dr. Ritter için olay daha yeni başlamıştı bile: ayın
üçünde gecenin bir vaktinde ölmüştü. Sevgilisi Dora yıllar sonra Avrupa’ya
döndüğünde bozuk et yediği için öldüğünü yazmıştı ki bu katı bir vejetaryen
içi garip bir durumdu. Sonra Norveçliler sıradaydı. On dokuzu birden hastalandılar,
ölen dişçiyle aynı belirtileri taşıyorlardı: ateş, kusma, karın ağrıları,
kramplar ve soğuk terleme. Doktor yoktu, ilaç da yoktu, en azından onların derdine
çare olacak hiçbir şey yoktu. Ritter’le aynı kötü sonu paylaşmaktan korkan hasta
Norveçliler geldikleri köhne balıkçı teknesiyle adayı terk etmeye karar verdiler.
Öbür adalarda birine varabilseler bir yardım bulabileceklerdi. Ateşli ve berbat bir
durumda on dokuz Norveçli denize açıldılar. Ekvator limanında karaya ayak
bastıklarında geriye on altısı hayatta kalmıştı, onlarında, üç gün içinde
yalnızca dördü sağ kalmıştı. Adada kalan üç Norveçli adanın batısında iguana
eti sayesinde sağ kalmışlar ve bu beslenme şekli belki de onları iyileştirmişti
çünkü hastalıları tamamen geçmişti.
Ve Florena adasında kalan öbür üç Norveçliye ne olmuştu? İkisi daha sonraki üç
hafta içinde öldüler. Yalnızca biri sağ kalabildi; adı Nuggard idi, o da 1,98 metre
boyunda ve 104 ağırlığında bir hayvandı zaten.
1934 şubatı’ nın sonunda bir akşam, Lorentz yüzü kül gibi beyaz bir şekilde
korkudan nefes nefese kalmış bir şekilde geldiğinde, Wittmer ailesi dışarıda akşam
yemeği yiyordu. Geceyi onlarda geçirip geçiremeyeceğini sordu. Çok korktuğunu
söylüyor ve sabahleyin adayı terk edeceğine yemin ediyordu. Ancak nedenini
söylememişti. Wittmerler onun sayıkladığını ve Floreanada ki o garip hastalığa
yakalandığını ya ada Philipson ile kavga etmiş olabileceği ve Amerikalı
sarışının onu öldürmekle tehdit ettiği gibi başka şeyler düşündüler. Orada
uyumasına izin verdiler. Gün doğarken Barones onu görmeye geldi,onunla uzun uzun
konuştu ve gittiğinde Alman daha az korkmuş görünüyordu.
O akşam yeni ve dramatik bir sahne oldu: Elisa’nın kulübesine olağan aşk payını
almak için gitmiş olan Franz, kapıyı ardına kadar açık,sallanır buldu. Ne kadın
nede Philipson’dan hiç iz yoktu. Ada çok büyüktü, mağaralar ve koruluklarla
doluydu. Herhangi bir yerde olabilirlerdi.
O sırada Lorentz son Norveçliyi, dev Nuggard’ı görmeye gitmişti. Bütün Floreana
adasında yalnızca tek bir tekne vardı, on metrelik bir skif. Ancak Lorentz tekneyi
kullanmayı bilmiyordu, bu yüzden de Nuggard gibi bir denizciye ihtiyacı vardı. Adadan
birlikte kaçmaya onu ikna etmesi gerekiyordu. Ve böylece Lorentz, Nuggard’a hobisi
otlar ve belirli esrarengiz yemişler toplamak olan Baronesin içine iguana tükürüğü
de karıştırdığı bir ilaçla öbür Norveçlileri öldürdüğünü söyledi. Başta
isteksiz olan Nuggard sonunda ikna oldu. Tekneyi alacak ve yönlerini altmış deniz mili
uzaklıktaki Marquena’ya çevireceklerdi ki adalarla benzenmiş bu kesimde acil bir
durumda karaya çıkabileceklerdi. Sonra ikinci bir yolculukla bir balıkçı köyünün
ve polis karakolunun bulunduğu Chatham’a varabilirlerdi. Lorentz ve Nuggard
aşağıdaki plaja erzak ve yiyecek toplamak için birlikte indiler. Erzak ve su
depolarken ilkel bir direk ve yelken de eklediler.
Ertesi sabah tekneyi denize indirip yola çıkmak için geri döndüler.ikisi birlikte
ağır tekneyi suya çekmekle uğraşırken, küçük körfezin etrafındaki kayalarda
yankılanan bir tabanca sesi sesi duyuldu.Lorentz ölü yada ölmek üzereyken teknenin
içine düştü. Nuggard umutsuz bir şekilde nefes nefes tekneyi suya itmeye
çabalıyordu ama Philipson üzerindeydi ve av bıçağını sürekli ona batırıyordu.
Sonra Barones ile birlikte tekneye çıktılar ve yelken açtılar.
Yada en azından bir yazar olayların kurgusunu böyle yapmıştı. O vahim günde ne oldu
hakkında çok az şey kesin olarak bilinmektedir ama 1934 Nisan’ ında bir balıkçı
teknesi Marquena adasının kırk mil kadar açılarında skifi buldu.içerisinde iki
kadavra vardı, aslında deniz kuşları tamamen temizlenmiş iki iskelet. Teşhis
belgeleri bu iskeletlerin Lorent ve Nuggarda ait olduklarını söylüyordu. Teknenin
dibinde üzerinde büyük bir safir olan bir yüzük duruyordu, Barones Elesanın
yüzüğüydü bu.
Aralık 1934’ de Hollandalı kaşif ve yazar Victor von Hagen,Santa Cruz adası
yakınlarından geçerken küçük Bahıa negraya bakan yüksek bir tepenin zirvesinde
beyaz bir şeyler gördü. Ne olabileceği merakı ile karaya çıktı ve dağlara
tırmandı.bir ağaca bağlanmış bir iskelet bulmuştu. Hiç giyisi yoktu ama iskeletin
boyun kısmında kırmızı saten bir kurdeleye bağlanmış 12 kalibrelik bir tabanca
duruyordu.
Böylece Galapagos’un Kraliçe arısının saltanatının sona erdiği kanısına
kapılan ekvatorlu otoriteler, balıkçı teknesinin mürettebatı tarafından hemen
haberdar edildiler. Ama yanılıyorlardı.yapılan otopsi bu esrarlı kalıntıların bir
zaman bir erkek bedeni olduğunu göstermişti. Ama Pasifik okyanusunundalgalarında yitip
giden Barones Elesa von Wagner’i hiç kimse aramamıştı.
Birkaç yıl sonra ,1946 şubatında, en sonunda Floreana’nın her tarafı Amerikalı ve
Ekvatorlu askerler tarafından aranıyordu. Ama askerler , gürültü patırtı içinde
adanın mağaralarını ve ormanlarını altüst ederken, güzel kayıp Avusturyalıyı
aramıyorlardı. Onların aradıkları görünüşte- Adolf Hitlerdi. Diktatör, Panama
basınında durmadan tekrarlanan söylentilere göre denizaltıyla Galapagos
Takımadalarına,dünyadaki son cennete kaçmıştı….
Ve hikaye burada bitmişti. Bu hikaye bir ekvator hikayesi Gianni Guadalupi- Antony
Shugaar tarafından kaleme alınmış,
Ben biliyorum ki daha okunması gereken bir çok hikaye var ve keşfedilmeyi bekleyen
bir çok yerler gibi…
Zeynep Yazıcı - Fas/Tetouan
e-posta: yazicizeynep77@hotmail.com
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın
organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir.
Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link
verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.) |
|