| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

22.12.2005 Tülay Çellek - netyorum.com / Sayı: 166

ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE İLE ELEŞTİRİ VE YAŞAM - 2

Söyleşinin birinci bölümü için tıklayın

–Bir sohbet esnasında Sayın Tınaz TİTİZ bana dedi ki, “Tülay hanım insanlar beş yüz yıl yaşasa ne olur ya da yüz yıldan daha fazla yaşasa veya ölmese ne olur?” Ölmek istemezse… “Acaba ne olur,” diye düşünürken, Sayın TİTİZ yanıta yardım etti. Onu anımsadım bunu okurken. O insan her şeyi biliyor. Heyecan kalmamış, gençlik zamanında bilmediği bir çok şeyi biliyor.

O zaman yaşamın anlamını çok merak ediyorum. Gerçi çok acı veriyor ölüm, hakikaten inanılmaz, dayanılmaz bir duygu ama…

Buluşmalar da dikkatimi çeker. Bu buluşmamız gibi…

AKB – Ben buna inanırım hakikaten. Dost bulmakla, aşık olmak gibi… Bir sürü insan tanırsın ama bir tanesini seçersin, ona anlatmak istersin.

- Ben bir de şunu yaşarım: Çok konferansa, panele giderim. Bir oralarda bir de bazen yolda yanımdan geçenlerde yaşıyorum. Diyorum ki, “ben bunu, bunları tanımıyorum ama kim bilir, içlerinde benimle aynı düşünceyi, duyguyu taşıyan insanlar vardır. Dostum vardır.

Sinema benim içinde, sizin için de çok özel bir olay. Senaryo yazmayı düşündünüz mü?

AKB – Bunu sormanız çok ilginç. Son birkaç aydır hayatımda ilk defa düşünmeye başladım.

– Bence düşünün lütfen. Hele şu son yazılarınız daha edebiyat, daha şiir kokuyor.

AKB – Uzun süredir yazmak istediğim bir şey vardı. Film olarak düşündüğüm bir şeydi. Şu aralarda düşündüğüm bir şey.

– Senaryonun dışında öykü…

AKB – Hayır

– Bir tarzınız var burada çünkü. İlişkilendirmeleriniz var.

AKB – Şiir yazdım. Şiire yakınım ama öykü ve roman yazabilir miyim? Bilemiyorum. Çok yakın hissettiğim şeyler değil, yazar olarak. Denemeye çok yakınım. Şiire daha çok yakınım. Bunlar çok istediğim şeyler değil galiba.


- Şiir kitabı…

AKB – Hiç biri yayınlanmadı şiirlerimin, çok kişiseller, sadece kendim için yazdım. Kitap haline getirme düşüncem yok.

– Yoğun duygulanımlarla yazılanlar…

AKB - Evet. Galiba duygulanarak… Yani çok tek ve tük.

– Ne olmak istiyordunuz da, ne oldunuz?

AKB – Aslında biraz hayat sizi atıyor sanki rüzgar gibi. Benim hayatımda çok olan bir şey bu. Mesela İsviçre’ye gitmiş olmam. İsviçre’de liseyi okumuş olmam, Fransız klasiklerini çok iyi tanımama yol açtı. Çok iyi bir alt yapısı olan eğitim almamı sağladı. Arkasından Türkiye’ye döndüm liseden sonra Türkiye’ye geldiğimde Türkiye’de üniversiteye giremeyeceğimi gördüm. Çok korkunç bir şeydi, benim gibi okumayı seven bir çocuk için. Üniversite sınavı çok zor. Tarih, coğrafya hiçbirini okumamışım, “ne yapacağım ben burada,” diye. Tam bir bunalım gibiydi.

Sonra Amerika’ya gittim. Orada üniversiteden dersler almaya başladım. Ama tiyatro mu okuyayım, biyoloji mi okuyayım, diye daldan dala atlarken, birinci sömestrde seçmeli olarak felsefe dersi aldım. Rahip yaşlı bir hocamız vardı beni felsefe okumaya yönlendirdi. Çok doğru bir şey yapmış. Çok belirleyici oldu hayatımda. Daha sonra felsefe dersleri alınca kendimi buldum. Ve lisede kötü öğrenciyken, üniversitede çok başarılı öğrenci oldum.

- Bir başkası sizin içinizdekini keşfederek…

AKB - Biraz evet öyle oldu. Biraz hayatımda böyle çok önemsiz bir rolü varmış gibi görünüp çok önemli rolü olan bir olay. Beni çok güzel kanalize etti o yaşta.

O yıllar çok güzel yıllardı. Ondan sonra da Türkiye’ye döndüm. Önce ODTÜ de, sonra da Boğaziçi’nde asistanlık yaptım. Boğaziçi’ndeyken trafik kazası geçirdim. 29 yaşındaydım kaza geçirdiğimde. 15 Yıl oldu, 45 yaşındayım şimdi.

– Eğer sizi çok üzmeyeceksem… Bu trafik kazası - hiç zaten sorularımda yok dikkat ederseniz - bahsedebilir miyiz? Çünkü ben de yayalar için yanan yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçerken çok kötü bir trafik kazası geçirdim. Kemiğim kırıldı hastanede yattım vs. Ondan sonra bir tane daha geçirdim. Onda da karşımda 5 kişinin ölümünü gördüm. Gençlerin ölümünü gördüm ve sarsıldım. Dünyada trafik kazasında birinciliği kaptırmıyoruz. Bence eleştiri yapmak, kınamak adına bununla da ilgili biraz konuşabilir miyiz? Nasıl oldu ve arkasındaki süreci nasıl geçirdiniz?

AKB – Benim kaza yaptığım noktada bir sene içinde 12 kişi öldü. Ve büyük bir olasılıkla da karayollarının hatasıydı. Karayolları hatası demek; insanı sinir basıyor bu lafı söylerken bile çünkü para çalan müteahhitlerin hatası sonuçta. Yıkılan deprem evleri gibi birazcık. Yollar için de çok büyük paralar yatırılıyor ve sonunda yanlış viraj hesapları yüzünden yüzlerce kişi ölüyor. Bunu üzerine yazan birkaç mühendis oldu. Nedense bu tip şeyler çok boşluğa konuşulmuş şeyler oluyor, Türkiye’de. Sesini duyuramıyor insan. İşte o kazayı yaptıktan sonra beni öldü sanıyorlar; annem babam ve bendik arabada, üçümüz gidiyorduk. Babamın iç kanamaları vardı. Bacağı birkaç yerinden kırılmıştı. Annemin kalçası 8 yerinden kırılmıştı. Hepimiz paramparça olmuş bir şekilde Fethiye’ye hastaneye yatmışız. Bir sene hastanede geçti. Alışmak çok zordu benim için. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Genelde mutlu biriydim. Ama bir sabah uyanınca her şey değişmişti. Hayat başka bir yön almak zorundaydı.

– Belki o zaman başka şeyler yapacaktınız, şimdi başka şeyler yapıyorsunuz.

AKB – Belki de sonuçta yine aynı şeyleri yapacaktım. Bilemeyeceğim.

– Belki bu vesileyle çabuklaştı. Yatarken mi yazmaya başladınız?

AKB – Yatarken, o dönemde yazmaya başladım ama daha çok kızgınca bir yazmaydı o. Bir hesaplaşmaydı hayatla. Felsefe okumuş olmanın yararını çok gördüm. Çok önemli, tabii bunu felsefeyi seçerken düşünmüyor insan. Şunu çok düşündüm. Çok yakın bir arkadaşımın başına gelseydi ben ne derdim ona? “hadi tamam artık, hayata devam et,” derdim. Kendime de bunu demeliyim.

– Ölümün dışında her şeye çare vardır. İyi düşünmüşsünüz ki bizler size ulaşabildik. Ben de hele zaten böyle yetileri olanların, yetilerini kendilerine saklamalarından hoşlanmıyorum. Hani vardır ya bizde, üniversite bitirmiştir evlenir ve ev kadını olur. Ve böylece okuyup çalışacak değerli birinin yerini işgal etmiş olur üniversitede. Bir de hakikaten yazmaya yetisi olup ta yazmayanlarla da aram iyi değildir. Tembel insanı hiç sevmiyorum.

Sizin bir de kurslarınız var değil mi? Bu konuda konuşabilir miyiz? “Simya galeri”de .

AKB – Aslında yani son yıllarda 99 da başladım galiba, İstanbul Üniversitesinde dersler veriyordum. Dramatürji Bölümünde. Şu anda da hakikaten kendimi sanat felsefesi üzerine yoğunlaşmış hissediyorum.

Onun arkasından benzer bir dersi, Müzik Bölümü için Bilgi üniversitesinde verdim geçen sene. Yüksek lisans dersiydi. Şimdi bu sene biraz üniversiteye ara vermek istedim. Başka bir şekilde şimdi Simya Galeride dersler veriyorum. Hoş bir grup. Benim de hoşuma gidiyor. Kitap okuyup geliyorlar, tartışma şeklinde ders yapıyoruz.

– Eğitim üzerine söyleyecekleriniz, demişim. Bununla ilişkilendiririz o zaman. Çünkü eğitimci olduğum için mutlaka eğitim konularına değiniyorum söyleşilerde.

Madem eğitimin içine girdik biraz o derslerinizdeki yöntemlerinizi, üniversitedeki ve şimdi kurs verdiğiniz yerdeki yöntemleriniz üzerine biraz konuşalım mı? Ben hakikaten eğitim ve yöntemler konusuna çok önem veriyorum. Örneğin şu anda kursta nasıl bir yöntemle öğrenciyle buluşuyorsunuz? Ya da üniversitede nasıl bir yöntemle öğrenciyle buluşuyorsunuz?

AKB – Bir kere üniversiteyle, kurs çok kesin ayrılıyor birbirinden. Birincisi bu kurslara gelenler, hepsi üniversite mezunu insanlar. Mühendisi var, ev kadınları, çok farklı branşlardan gelenler, kütüphaneci olan var. İşten 2 saat izin alıp gelen birkaç kişi var. Eylülden beri burada dersler yapıyoruz. Burada insanlar kursa para verip geliyorlar. Bunun için yani biraz dolu dolu geçirmeye çalışıyorum onlarla olan zamanı. Her seferinde hem onlara katkı olsun hem de artık aynı şekilde bu yaşta yaptığım her şeyin bana katkısı olsun istiyorum. Yani sadece benden alan şeyler değil de bana da bir şey katan işler yapmak istiyorum.

– Aynı mantık. Öğrencilerime de aynı şeyi söylüyorum. “Sizden zenginleşerek dersten çıkıyorum arkadaşlar haberiniz olsun,” diyorum.

AKB – Benim için de o çok önemli.

– Neler yapıyorsunuz, yani kitap…

AKB – Simya’daki kursta kitap okuyoruz. Genelde benim eleştirisini yaptığım kitapların önceliğinde oluyor. Ama klasikleri de okuyoruz. Onlar üzerine tartışmalar yapıyoruz. Romandaki fikirleri çok daha analiz ederek, bir başka konulara bağlayarak gerçekleştiriyoruz. Her hafta bir kitap okuma temposunda olamazlar. Ayda iki kitap okuyoruz. Aradaki derslerde de mesela Hamdi KOÇ’ un kitabının tartışmasını yaparken, Hamdi KOÇ, SPİNOZA’dan bahsediyor. Bir haftayı SPİNOZA’ ya ayırdık. Bu hafta aydınlanma çağını yaptık. Önümüzdeki hafta Nadine GORDİMER’ in “Ayartma” kitabını okuyacağız.

– Konferansınızda dinlediğim “müzik ve şiir” çok harikaydı. Bütün öğrencilerime haber vermiştim. Gerçekten sizden, ilk söyleşinizde çok etkilenmiştim. Hem müziği hem de şiiri seviyorum. Bu kadar üst üste de almamışım yani o sizin söyleşinizde ikisini çok daha üst üste aldım. Siz bize öyle verdiniz çakıştırarak. O Can YÜCEL’ in seçtiğiniz şiiriyle BACH’ ın bu kadar kaynaştırılması çok şıktı doğrusu. Peki okullarda, fakültelerde tarzınız nasıldır?

AKB – Şimdi tabii felsefe derslerinde bir eksiğimiz oluyor. Çağdaş felsefe Türkçe’ye çevrilmemiş. Yani metin eksikliği ile başlayalım. Onun için İstanbul üniversitesindeki, daha çok filozofları benim anlatmam şeklinde bir dersti. bir senelik ders şeklinde yaptık. İki sene üst üste yaptım o dersi. Platon’dan başlayıp, güzellik nedir üzerine; güzelin tanımına, antik çağdan bugüne güzellik tanımı üzerine.

- Çok okuyorsunuz. Kitap kapaklarıyla ilgili, hiç böyle özel bir ilişkiniz var mı? Kitap kapaklarına bakmak ve ona göre değerlendirmek. Örneğin kitabın ortasına geldiğinizde geri dönüp kitap kapağına baktığınız oluyor mu?

AKB – Kitabın kapağı benim için çok önemlidir. Kitap sonuçta bir nesne olarak da var. Ne yazık ki çok zayıf, çok az kitabı Türkiye’de kapağını görüp almışımdır.

– Sizi kutluyorum. Yazarlarla da söyleşi yaptım. Bazıları diyor ki vitrine çıktığında kapağı görüyoruz. Ben de çok şok etkisi yaratmıştı ilk duyduğumda. Yazar kendi kitabının kapağını basıldıktan ve yayınlandıktan sonra görüyormuş. Tabii tam tersi de var.

İnternette bir sitede yazım yayınlandı, hatta köşem vardı. Bir gün siteye baktım, yazımdaki başlık benim değil. Şaşırdım. Hayatta benim vermeyeceğim bir başlık. Çünkü başlıklara çok önem veriyorum. Yazının özü olduğu için başlığı aşırı düşünüyorum. İmkanı yok, böyle bir şey olamaz. kişiliğime uygun değil. Başlık yazının özetidir benim için. Editöre yazdım. Dedi ki, “editörler hep öyle yapar, tabii ki size sormayacağım.” “Derhal köşemi kaldırıyorsunuz.” Dedim. Ben kesinlikle bunu kabul edemem. “Tamam önceden sorsanız, saygı duyarım, fikrimi de söylerim. Ama sormadan hayır, değiştirmenize izin veremem.” Yazılı basında da yine buna benzer şeyler yaşadım. Yazımı değiştirmişler. “Basmadan görebilir miyim,” dedim. “Hayır,” dediler. Israr edince, “basmayız o zaman,” dediler. Ben de, “basmayın, lütfen” dedim. Bunlar tek değil.

AKB – Basında da , dergilerde hep öyledir.

– “Yaratıcılık” başlığında uygulamalı seminerler veriyorum. Saydamlar gösteriyorum ve onlar üzerinden fikir üretirim ya da öykü kurduruyorum. İlk 50 saydamım Temel Tasarım dersinin saydamlarıdır: nokta, çizgi, doku… Son elli saydamım; Grafik Tasarım dersimin kapsamındadır; afiş tasarımı, kitap kapağı tasarımları vs. Kitap kapağı tasarımlarına gelince sorarım, “kitabı neye dayanarak alıyorsunuz,” diye. Bir tanesi demişti ki, “boşuna uğraşmayın kitap kapağına bakarak kitap almıyoruz.” Aslında o da etken.

AKB – Evet. Örneğin bu hep önümüzde olduğu için onu örnek veriyorum. “Vücut” İngilizce kitabı, yani genelde de internetten girip bakıyorum nasıl bir kapak kullanmışlar Türkçe’ye çevrilmiş kitaplarda. Bu çok güzel bir kapak bence çok başarılı.

Ama özgün kapağı görünce çok hoşuma gitti: bir yumurtalık koymuş, bir boşluk oluşturmuş, bir yerde de doluluk var, o kadar.

– O zaman aynı kitabın yabancı kitap kapağıyla, Türk kitap kapağı farklı mı? İsim olarak tabii ki de olacakta biçim, resim olarak farklı değil mi?

AKB – Her zaman Türk yayıncı Türkiye’ ye uygun, isterse aynı kapağı kullanır ama genelde izin alması gerekir. Grafikerden… Kendi grafikerine yaptırması daha kolay. Çoğunlukla da her yayın evinin grafikerleri var. Hiçbir zaman Türkiye’deki kapak ile, dışarıda basılmış olan kapağın bir olduğunu görmedim.

– Görsel alana bakışınız demişim, sorularda? Resim çizmediğinizi söylemiştiniz ama bana yaşamın resmini çizebilir misiniz? Kesitini siz tayin ederek. Belki burada biraz size bakabiliriz… İlgileriniz, beklentileriniz. Buralar anket sorusu gibi olmuş.

AKB – Yok, ne isterseniz sorun.

– Birazda kendinizin özel, özel derken özel yaşantıya girmeyi sevmiyorum. Kendinizi anlatır mısınız, biraz bize. Bu eleştiri yazılarınızın dışında neler yapıyorsunuz, neleri seviyorsunuz? Yaşama bakışınız? Tutkularınız.

AKB – Ben çok realist bir insanım. Böyle çok uçlarda tutkuları olan biri değilim. İsterdim ama değilim. Örneğin kumar, alkol gibi bağımlılıkları anlayamam. Anlayamam ama özenirim ne güzel bir şey hayatta her şeyi bırakırcasına bir şeye tutku duyma diye düşünürüm. Sanatçıların çoğunda vardır bu, bağımlı, tutkulu bir şey. Bende yoktur. Çok dengeli bir yanım var yani. Tek tutkum galiba her zaman, sanat. Hayatta bir tane hobim oldu; kitap.

- Bence o da bir tutkudur. Ne güzel.

AKB – Ama bu entelektüel anlamda bir şey değil. Kendi içime gömülüp Tommiks ve Teksas okumak da benim için çok zevkli. Dostoyevski okumak gibi olmasa da, çok zevk alarak okudum hep.


– Ama belki de o dönem için aynıdır. Dostoyevski’ yi de çok severek okudum ama o dönemde aldığınız tat aynı. Dostoyevski okuma döneminde aldığımız tatla onu okuduğumuz dönemde aldığımız tat belki aynı olabilir mi?

AKB – Aynı değil. Şimdi onu düşündüm. Bende aynı diye söyledim ama şimdi düşündüm değil.

– Ama o zaman o kitaplar gidiyordu, daha sonra öbür kitaplar gidiyor.

AKB – Yaşına göre değişiyordu ama tat aynı değildi. Çünkü öbürküsünde zihinsel bir tat giriyor işin içine.

– Burada daha maceracı, heyecansal tarafınız mı var? Körüklüyor değil mi?
Arama motorlarından ararken, şu referans kitaplarına çok değinmişsiniz. Referans kitapları, başvuru kitapları, başucu kitapları hatta sözlükler üzerine durmuşsunuz. Onlardan biraz bahseder misiniz, referans kitaplarıyla ilgili...

AKB – Bu hakikaten benim çok önem verdiğim bir şey olduğu için… Türkiye’de referans kitabı özellikle de çok, çok az, acınacak derecede az. Sözlük; bilmem kaç yılında basılmış sözlükler hala. Halbuki her yıl dile yeni yüzlerce sözcük giriyor. Her yıl yenilenmiş sözlüklerimizin olması lazım. Örneğin ansiklopedilerin her sene yenileniyor olması lazım. Güzel bir sanat sözlüğü yok. Felsefe sözlüğü, ta yetmişlerde yazılan var hala. Felsefe nereden nerelere geldi. Terminoloji o kadar değişti ki. Referans kitabı maliyeti çok pahalıya geldiği için ve büyük ekiplerin bir arada çalışması gerektiği için özellikle çok az. Aynı nedenle sanat kitabı da çok az. Türkçe yazılmış sanat kitabı çok az. Yemek kitabı az. Türk mutfağına, dünyanın en büyük üç mutfağından biri deniyor. Yemek kitabı güzel bir zeytinyağlı kitabı alayım dediğinizde Amerikalı bir yazarınki çevrilmiş.

– Bir de panelleriniz var değil mi? “Kadın ve şiir.”

Sanat ve Türkiye, sanat ve dünya gibi, kitap ve Türkiye, kitap ve dünya gibi. Okuma alışkanlığı çok az bizim çocuklarda. Öğrencim son sınıfa gelmiş, çok okuma alışkanlıkları yok. Onlar için ne diyelim, ne yapalım?

AKB – Her şeyden önce şu Kadıköy yakasında bir tane kütüphane var mı, gittiğiniz? Kütüphanesi olmayan yerde, hakikaten okuma alışkanlığı nasıl edinelim? İç içe geçmiş bir çok sorunun ucunda, anne ve babanın okumadığı bir evde çocuklar niye kitap okusun? Ben çok eve gidiyorum, evde kitap yok. Evde kitap olmayabilir ama kütüphane de yok. Bunlar çok boyutlu sorular… Ama bir boyutu varsa sizi ilgilendiren onu tartışalım. Ama çok genel, kitap ve dünya deyince ne diyeceğimi bilemiyorum.

- Onlardaki okuma alışkanlığı, bizlerdeki okuma alışkanlığına göre bizden daha fazla her bağlamda mı, ama yoksa eğitimi tartışmak gerekir.

AKB – Şunu da söylemek lazım. “Türkler okumuyor da Fransızlar okuyor.” Bu beni de rahatsız eden bir şey. Çünkü yanlış bilgiye dayanıyor. Fransızlar İngilizler Almanlar kitap okuyor, Türkler okumuyor, bu çok yanlış bir şey. Çünkü Türkiye’de birçok entelektüelin evinde Fransızca kitap var. Çin’deki bir çok entelektüelin evinde de Fransızca kitap var. Fransızca kitap sırf Fransızlara satılmıyor, bütün dünyada dilini geçerli kıldığı için satılıyor. Yani benim evimdeki Fransızca kitap, bir çok Fransız’ın evinde yok. Şimdi bu açıdan bakarsanız dili dünyaca geçerli olduğundan İngilizce, Fransızca ve Almanca. Şimdi bir şekilde bütün 3. dünya ülkeleri, bütün Afrika ülkelerinin entelektüelleri, bütün Latin Amerikalıların, Asyalıların entelektüelleri hepimiz kaynak olarak bu üç dile yöneliyoruz.

- Peki niye Türkçe’ye değil? Türkçe’yle ilgili, dilimizle ilgili, dile gelelim. Örneğin ben yabancı dillerin öğrenilmesi gerekliliğine çok inanan biriyim. Türkçe’nin, hele bu son yıllarda sözcüklerinin yozlaştırılmasından çok rahatsızım. Alanım Grafik Tasarım. Tabelalarda harf aralıklarına bakıyorum, doğru mu yanlış mı, diye. Bir gün baktım ki, “Showroom'umuz alt kattadır” tabelaları okumaya başlamışım. Bunlara ne diyorsunuz? Bizim dilimiz dünya dili, bilim dili, felsefe dili olamaz mı?

AKB – Olur tabii çok zengin bir dil. Türkçe’nin yetersiz olduğunu söylemek saçma geliyor bana. Yaşar Kemal Türkçe’yi yetersiz buluyor mu? Hiç sanmıyorum. Çünkü onun Türkçe’si yeterli. Benim Türkçe’m yeterli mi? 200 kelimeyle konuşmayı yeterli buluyorsan, o sana yetiyorsa Türkçe’nin yeterliliği değil burada senin yeterliliğin ya da yetersizliğin söz konusudur. Anne babalarımız iyi Türkçe biliyorlardı. Bizim nesil dil politikalarının değişiminden çok çekti.

- Son zamanlarda yazar patlaması oldu, ya da kitap patlaması mı, diyeyim.

AKB – Yazar da patladı, kitap da patladı galiba. Ama güzel patladı. Bunu negatif alanlar var, ben çok memnunum.

- Türk filmleri de değişti. Türk romanları da değişti aslında.

AKB – Çok değişti ve daha kaliteli oldu. Gerçekten ben Fransız edebiyatını da çok yakından takip eden biriyim, İngiliz edebiyatını da. Booker ödülünü alanları da bu sene okudum. Türkiye’de daha iyileri yazıldı. Şimdi Latife TEKİN İngilizce yazıyor olsaydı, İspanyolca yazıyor olsaydı, dünya çapında ünlüydü.
- Ne kadar ilginç isimler koyuyor değil mi, kitaplarına Tuna Kiremitçi. Peki ben sizi çok yordum. Son bir ne konuşabiliriz?

Böyle bitirme olabilir en son, “yaşama katılacak anlam üzerine” demişim. “Yöneticilik, karmaşa üzerine kurduğunuz düzen üzerine, yaşatmak üzerine” demişim. “Özgürlük, sevgi…”

AKB – Siz neyle bitirmek istiyorsunuz.

- Ben hep böyle sevgiyle, umutla bitirmek isterim her şeyimi doğrusu.

AKB – Çok güzel biz de öyle bitirelim o zaman.

Ben hep umutlu biriyim. Türk Edebiyatında da gerçekten umutluyum, yani konum olduğu için ve son yıllarda çok büyük bir potansiyel geliştiği için.

- Hem okuyorsunuz da hem de yazıyorsunuz. Hem okunuyorsunuz, hem dinleniyorsunuz. O da hoş.

AKB – Hem okuyorum hem okunuyorum.

- Teşekkür ediyorum. Çok incesiniz. Çok naziksiniz. Çok güler yüzlüsünüz. O da çok önemli. Son yıllarda çizgilerimiz aşağı doğru oldu. Güler yüzlülük de aslında çok moral oluyor. Yaklaşmak için bir neden oluyor. Çok Sağ olun. Ben doğrusu yazdıklarınızdan da çok şey öğrendim ama söyleşileriniz de ayrı bir tat. Umuyorum siz de devam edeceksiniz. Ben de gelmeye, dinlemeye devam edeceğim.

Tekrar teşekkürler…

04 – 03 - 2005 / İSTANBUL

Öğr. Gör. Tülay Çellek
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi (SANTAS)
e-posta: tcellek@yildiz.edu.tr 
web: http://www.tulaycellek.com

ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE

1959 yılında İstanbul’da doğdu. Türkiye’deki ilköğreniminin ardından, babasının diplomatik görevle gittiği Cenevre-İsviçre’de, College Calvin lisesinde orta öğretimini tamamladı. 1980-84 yılları arasında Amerika’da California State University, Long Beach üniversitesinin Felsefe bölümünden mezun oldu. Türkiye’ye döndükten sonra, ODTÜ’de Master öğrencisi olarak derslere devam etti ve önce ODTÜ’de, sonra da Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünde iki yıl öğretim görevlisi olarak çalıştı. 

İngilizce ve Fransızca’dan çok sayıda çeviriler yaptı. John Updike’ın “S.” adlı romanının çevirisi 1992 Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. Vikram Seth’in “An Equal Music” (“Maggiore Dörtlüsü”, 2000, Doğan Kitap) adlı romanını dilimize çevirdi.   

1996-2004 yıllarında düzenli olarak TRT İstanbul Radyosu – Radyo III için klasik müzik ve edebiyat programları hazırladı. Ayrıca 1996 yılında bir yıl boyunca “Mitoloji ve Müzik” adlı bir programı Açık Radyo için hazırlayıp sunmuştur.

2002-2003 yıllarında dört sömestr boyunca İstanbul Üniversitesi Dramaturji bölümünde “Platon’dan Günümüze Estetik Kuram” dersleri vermiştir. 2003-2004 ders yılında, Bilgi Üniversitesi, Müzik Bölümünde, yüksek lisans öğrencilerine “Sanat Felsefesi” dersleri vermiştir.

2001 yılı Ocak ayından beri, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nde “Yazın Sanatı” başlığı altında her hafta edebiyat eleştirileri yazmaktadır.


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
166. Sayı önceki yazı 166. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye