| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

22.12.2005 Tülay Çellek - netyorum.com / Sayı: 166

ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE İLE ELEŞTİRİ VE YAŞAM - 1

- Sizi anlatmak için, eleştiri yazılarınız ve söyleşileriniz en güzel vesilelerden biri oldu benim için... Bir de yazarların yaşamlarını, sizin sorunuzla öğrenmek…

Sizi kendi sitenizden araştırdım. Herkesin kendi sitesine girer, yazılarını okurum mutlaka. Ama bir de başkalarının da sizin hayatınıza nasıl baktığını görmek isterim. Fakat tabii ki sizi başkalarının yazısıyla - gözüyle değerlendirmem söz konusu olamaz. Bu, sadece araştırmamın çok yönlü olmasını istememden kaynaklanan bir şeydir. Arama motorlarında çıkan sitelerde eleştiri yönündeki yapınız çok ön planda. Çeviri de var ama eleştirmen olarak daha çok yayın var. Bu yüzden belki bu söyleşide, diğer yaptığım söyleşilerden farklı olan taraf, bu taraf yani “eleştiri” olacak. Ama söyleşi yaptıklarımın ortak bir tarafı var: Kitap. Kitapları çok sevdiğim için özellikle yazan, okuyan insanları tercih ettim. Daha önce okuduğum eleştirilerinizden dolayı sizi merak eder olmuştum. Bir söyleşinize katılabilmek için, kitap fuarının açılışına gitmeyi iptal ettim. Özellikle geldim ve dinledikten sonra çok doğru bir karar aldığıma sevindim. Artık cumhuriyet kitabın okumak için çantama koyduğum sayfalarının içinde siz de varsınız. Sizin sayfanızı da severek koyuyorum yaşantıma. Çünkü Bunları ayrı bir zamanda okuyorum. Dolayısıyla kendime de çok hayıflandım neden önceden sizinle karşılaşmadım diye. Bu son yazılarınızda bir şeyi fark ettim. Hatta not almıştım. Bir eleştiri yazınıza senfoniyle ilintili bir benzetmeyle, bir ilişkilendirmeyle girmişsiniz.

Yazılarınıza başka yaşam örneklerinden giriyor ve romanla - kitapla köprü kuruyorsunuz. Bunu kafamda çok da billurlaştırmamıştım aslında. Yine bir söyleşinizde yaptığınız konuşmanız beni o kadar etkiledi ki, hani psikoloji kitaplarında vardır, “ışık çakma” gibi. Öyle bir şey yaşadım. Mutlaka ya bir genellemeden ya da bir özel şeyden geriyorsunuz yazıya. Yani kitaba doğrudan girmiyorsunuz da orada da söylediğiniz gibi bir ”köprü” var…

Eleştiriyi nasıl yapıyorsunuz, nasıl kuruyorsunuz? Bunlarla mı başlayalım ne dersiniz?

AKB – Çok güzel. Kitabı okumadan, yani kitabın son sayfası bitmeden hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum, kitap hakkında. Kitabın son sayfası bittiğinde de ilk olarak bende uyandırdığı sorular, yani o yönü bana ne düşündürdü? Mesela bu son Hanif KUREİSHİ’nin “Vücut”unda; ben kimin vücuduna girmek isterdim? Oradan yola çıkarak, yani eser “ben” ile nasıl bir ilişki kurdu, o noktadan başlayayım. Felsefe olarak, psikolojik olarak, gündelik çok çok gündelik şeyler olarak, o yönüyle kitabın dışında bir yere demir atıp, oradan kitaba ulaşmam söz konusudur. Tabi bu tarz tamamen kendiliğinden çıktı. Sonradan bir çok insan fark etti ki bu bir stil gibi. Artık hep böyle yapıyorum. İlk söyleyen Murat GÜLSOY oldu bunu bana.

– Çok güzel bir kişilik, böyle olması.

AKB – Ama düşünerek değil.

– Bir doğaçlama, bir içtenlik. Aklınızda olan bir şeyi değerlendirmiş oldunuz. Çok iyi, harikasınız. Söyleşilerinizde sizinle ilgili epey şey öğrendim. Bunu okuyucu da öğrenmeli dileğindeyim. Biraz önce yaptığınız açıklamayı daha özele indirerek hatta örneklerle de vererek tarzınızı daha bir açımlayabilir misiniz, acaba? Eleştirel tarzınızı…

AKB – Birkaç yönü var tabii ki. Birincisi edebiyatı kendi içinde kilitlenmiş bir şekilde ele almamaya çalışıyorum. Yani diğer sanatlarla ilişkisi. Bu benim için çok önemli. Bu bir de bana araştırma hazzı veriyor birazcık. Bir romanda bir tablonun adı geçiyorsa, mutlaka o tabloyu araştırıp bulup görmem gerekiyor. Gördükten sonra roman zenginleşiyor benim için. Bir senfoniden, bir müzikten bahsediyorsa mutlaka dinlerim, onları okurken. Çok da şanslıyım eşim müzisyen. Büyük bir müzik koleksiyonuna sahibiz evde. Romanda BRAHMS’ın bir senfonisinden söz ediliyorsa, mutlaka okurken onu dinlerim. Bağlantı benim için önemli. Çünkü edebiyata -- çok belki fazla kuramsal kalacak bu söylediğim -- yapısalcı bir bakışım yok. O bakış sevdiğim bir bakış değil. Daha kişisel bir şey bulduğumuzu düşünüyorum sanatta. Mesela, Van GOGH’ un bir tablosuna bakarken, otoportresine bakarken sanattan çok fazla etkilendiğimi görüyorum. Küçük yaşlardan beri çok duygulanırım: Bir tabloya bakarken, müzik dinlerken. Ve bu duygulanma sanatla özel bir bağ olması gerektiği düşüncesini doğuruyor bende. Yani sadece güzel sanat, iyi sanat üzerine düşünmek, çok düşünsel bir şey değil benim için, duygusal bir şey de. Ben bazı romanları okurken ağlarım, öykülerde duygularım, tüylerim ürperir. Ve bunları da mutlaka eleştirinin bir parçası haline getirmeye çalışıyorum. Yoksa çok entelektüel, çok güzel yazılmış... Tabii ondan da etkilenirim yerinde ama tek kıstasım o değil. Elitist bir tavrım yok. Duygusal yönü sanatın çok önemli benim için.

– Şimdi sizi daha iyi anlar oldum. Örneğin çeviri; özellikle şiir çevirenler için derler ki, şiir yeniden yazılır, çevirmen tarafından. Çevirirken de hakikaten o duyarlılığa sahip olmak gerekir ki, bana göre o roman yeniden yazılıyor. Sanıyorum şimdi eleştirileriniz gibi çevirileriniz de öyle o zaman. Eleştirilerinizi okurken aslında yeni bir öykü okur gibiyim.

AKB –Çeviri çok fazla yapmıyorum aslında. Benim yaptığım çeviriler aslında öğrencilik yıllarımda teknik çevirilerdi. Mesela denizcilik kanunlarıyla ilgili 900 sayfalık bir kitap çevirmiştim. Böyle çok sıkıcı bir şey ama para kazanmak için yaptığım şeylerden biriydi. Daha sonra makale çevirmeye başladım. İki roman çevirdim. Son beş altı senedir hiç çeviri yapmadım. Çok çevirmeyi istediğim birkaç yazar var. Philip ROTH, John UPDİKE gibi ama bir şekilde bir kampa girip yazmak gerekiyor. Çünkü her hafta bir yazı yazma temposu bazı şeyleri aksatıyor. Ama hep istediğim bir şey. Belki bu sene.

– Çeviri de çok zor olsa gerek. Kendimi sanatla sınırlamayan biriyim. Farklı konularla ilgili söyleşilere de katılırım. Bir ara çeviriyle ilgili birkaç panel ve konferanslara gitmiştim. Birisinde denmişti ki; “eğer birisi çeviri yaparken sözlük açmıyorsa daha az bilgiye sahiptir, yetkin değildir. Eğer birisi çeviri yaparken çok sözlük açıyorsa bilin ki, çok sözlük açan çok daha bilgilidir.” Herhalde sizin de söyleyecekleriniz vardır bu konuda.

AKB – Evet bir tek sözlükle asla yapamam. En az dört- beş sözlük gerekir. Birde bir kelimeyi çok iyi bilsem bile başka anlamları, eş anlamları başka… Bakarken kökenindeki başka kelimeler, onlara gönderme yapmak... Sözcüklere zaten aşık biriyim.

- Evet çok önemli. Ben de derste sözcük yakalıyorum. Çocuklar aynı konuyu anlattıkları halde, kullandıkları sözcüklerle ayırıyorum onları birbirinden. Ona göre daha çok yaratıcılık tavrına sokmaya çalışıyorum öğrencileri. Ya da buna göre öykü kurduruyorum. İkisi de bayramı anlatıyor. İkisinde de ev ziyareti var. Ama dediğiniz gibi ikisi bunları ayrı sözcüklerle anlatıyor. Yakaladığım sözcükle yeni bir öykü kurduruyorum. Ve buna dayalı bir kitap kapağı tasarlıyorlar.

Konuşmak ne kadar hoş bir şey hakikaten. Şimdi size daha bir farklı bakmaya başladım. Çünkü özellikle şu son yazılarınızı okuduğumda, sanki burada, bunların dışında ayrı bir öykü yazılıyor, ayrı bir roman yazılıyor ne bileyim ayrı bir deneme yazısı yazılıyor. Ya da o roman yeniden yazılıyor gibi hisse kapılıyorum. Şimdi bu kadar duyarlılıkta yazıyorsunuz ve hakikaten hissimi doğruladınız.

AKB – Bir romandan ne aldığımdan eminim. Çok duyarlı yaklaştığımdan da eminim sanata. Ama yazarken kendimden hiç emin değilim. Kalemimden hiç emin değilim. Yazmak, kuşku dolu bir şey. Mesela yazılarımı ilk başlarda nasıl olsa kimse okumuyordur diye düşünerek ancak yazabiliyordum.

Kendime yazar ya da denemeci olarak güven duyan biri değilim. Yazarları belki çok yukarda tuttuğum için, bilmiyorum.

– Evet bence de çok yukarıda tuttuğunuz için. Ama hakikaten derinliksiz, düz hiç görmüyorum sizin yazılarınızı. Öyle bir perspektifle olayın içine sokuyorsunuz ki okuyanı. Örneğin bu kitabı almak istiyorum, alacağım. Bir de Canan TOLON… Kesinlikle o kitabı da alacağım, sizin anlatımınızdan dolayı alacağım. İnanılamaz derinlik var anlatımlarınızda. Sanırım gereğinden fazla mütevazısınız. Şuna bile takıldım; “Yazarın 24 saati” ne… “Nasıl bir soru soruyor ki bu insanları bu kadar derinlemesine yazdırtmasını biliyor,” diye. Ama soru sormakta önemli. Tınaz Titiz beyle yeni bir söyleşi yaptım. “Soru sormak üzerine.” Henüz daha yazıya dökmedik ne yazık. O da soru sormayı çok önemsiyor. Şimdi siz de dediniz ki kendime soru sorarım. Ben orada sizi hemen kutladım. Soru sorarak bir olaya başlamak zaten onun derinliğini beraberinde getiriyor. Bunlara da gerçekten şaşıyorum. Hani ne derler can mı güzel canan mı , dil mi güzel, dilber mi güzel. Siz öyle bir soru soruyorsunuz ki, yazarlar da bu denli güzel anlatıyorlar.

AKB – O tamamen yazarların elinde. Onlardan istediğimi tam söylüyorum. Yazı sürecindeki düşünsel tarafı istemediğimi söylüyorum. Yani ne anlatmalarını istediğimi söylüyorum. Bazen mesela Erhan BENER bunlar çok sıkıcıdır deyip, çok daha güzel bambaşka bir şeyler anlattı. Yazarlar kendilerini sınırlamıyorlar. Ben onlara çok çok sınırlı bir alan veriyorum ama ona uyan hiç kimse olmadı. İyi ki de olmadı.

– O zaman iki boyutlu görüyoruz. Hem kahve içme boyutunda hem de kahve içerken neler düşündüğünü…

AKB – Ben onu özellikle yazmasınlar diye yazıyorum.

– Çünkü zaten yazılarında romanlarında bir insan, nasıl burada eleştirilerinizde siz varsanız onlarda kendi romanlarında var.

AKB – Buradan çıkan müthiş güzel bir şey oluyor. Yani mesela Atilla ŞENKON sabah tıraş olurken roman kahramanlarını aynaya bakarken görüyor. Daha önceki romanlarını bilen biri de oradaki bütün roman kahramanlarını tek tek görüyor.

– Otobüste yanına oturtturuyor, roman kahramanlarını… O çok hoşuma gitti.

AKB – Çok, çok güzel yani bütün roman kahramanları onunla iç içe. Bunu yapmak yani yazarın yirmi dört saatinin düşüncesi önemli bir şey. Türkiye’ deki yazarların çok azı yazarlıktan para kazanıyor. Beşi ya da onu geçmiyor sayıları. Böyle bir piyasadan, kitaptan söz ediliyor ama görüyorsunuz çoğu mimar, grafiker, emekli yani başka işte çalışmak zorunda. Eleştirmenler de aynı

– Size gelelim. Eleştirmenlikle ne kadar kazanıyorsunuz?

AKB – Türkiye’de hiçbir edebiyat dergisi para ödemez. Bunu biliyoruz. Siz de biliyorsunuz, benim kadar. Ve neden kurumlaşmadığı üzerine o kadar konuşulması da bana komik geliyor. Çünkü profesyonel olmamız için hiç kimse uğraşmıyor. Büyük bir çember olduğunu düşünelim. Bunun içinde editörler, ciltçiler, basımcılar, yazarlar, çevirmenler, dizgiciler, düzeltmenler, kitapçılar, grafikerler, eleştirmenler, kitabı satan kişiler, korsancılar, hepimiz bunun içinde, bu tekerleğin içinde, dönmesi için çaba harcıyoruz. Ve bu çabada tek para kazanmayan da yazarın kendisi oluyor. Bu hakikaten büyük bir trajik komedi. İnanılmaz bir şey bu. Ve hepimizin emeği geçiyor bunda ama olmazsa olmazı yani hiçbir ciltçi ya da dizgici para almadan yapmıyor bunu ama profesyonelleşmemiş olmamız çok acı. Emeğe verilmeyen değer.
Pardon konuyu çok saptırıyor muyum?

– Tamam saptıralım. İlla eleştiri veya çeviri sınırlaması yok çünkü sizi eleştiri ve çeviri sınırlamasıyla anlatmaya kalkarsam haksızlık ederim, diye düşünürüm. Hakikaten çok geniş bir dünyanız var. İşte o eleştiriye giden yollara bakacağız. Sonuca değil. Onun içinde hatta örneğin şu son okuduğum, “vücut”ta yine oradaki yazar kadar yazarın anlattıklarını inanılmaz psikolojik ve felsefi bir tavırla ele almışsınız. Zaten diğer yazılarınıza da o çok dikkat çekici, ben daha sizin felsefe okuduğunuzu bilmeden yazılarınızdaki felsefeye ve psikolojik yapıya dikkat etmiştim. Çok sevdiğim bir şey. Her iki dalı da çok sevdiğim için söyleşide felsefe okuduğunuzu duyunca tamamlandım. Ben yine de ama, dediğim gibi söyleşi çerçevesinde bunları kurgularken felsefenin ve psikolojik tavrınızın yardımını nasıl alıyorsunuz, bu anlamda köprüyü nasıl kuruyorsunuz? Birazda felsefe bilginizden, yönünüzden bahsedelim. Sanıyorum ki onlar, bunları oluşturduğunuz alt yapınız.

AKB – Besleyen şey ama yazıda o anlamda felsefe yok. Yani bir şekilde benim inancım eleştirmen olarak yaptığım bir şeyin arkasında duran teorilerin olması. O teorilerin eleştiri yazılarına sızmasını istemem. Çünkü onlar çok daha edebiyatçıları, felsefecileri ilgilendirecek şeylerdir. Gündelik gazete okuru için çok sıkıcı, çok ağır olacak şeyler. Onun için onları, mümkün olduğunca kuramsal şeyleri uzağında tutmaya çalışıyorum bu yazıların...

– Tamam da dolaylı da olsa sızabilir. Fakat kuramsal olarak değil. Öyle bakmıyorum. Ben de çocuklara diyorum ki, vizeniz “yaratıcılıkla” ilgili. Yaratıcılıkla ilgili yazıları okumak zorundalar. Hatta kaynak göstermek zorundalar. Ama yaratıcılığı tanımlamayacaklar, akademik olarak. O zaman şaşırıyorlar. “Hem konu yaratıcılık, hem bilimsel olarak tanımlamayacağız.” Diyorum ki, “sizin düşlerinizi, hayallerinizi, ütopyalarınızı istiyorum. Bana yaşamdaki yaratıcı duruşunuzu anlatmanızı bekliyorum.” Orada aynı konu akademik de anlatılır, şiirle de anlatılır, aynı konu düşleri yazarak da anlatılır. Sonuçta biri akademik anlatmıştır, biri öyküsel anlatmıştır. Sizde onun öyküsel tarafını buluyorum, şiirsel tarafını buluyorum. Ama altında psikolojinin olduğu bir şiirsellik var. “Yoksa o kadar derinlik olmaz,” diye düşünüyorum. Daha bir duvar gibi gelir bana. Duvar sanki sizde delinip bizi uzaya, düşlere uçuruyor adeta.

AKB – Bir şey var ki yazarken kitabı okumamış birisine değil, okumuş birisine yazıyorum. Yani kafamdaki okur benim kadar kitabı okumuş bitirmiş ve birlikte sohbet ediyoruz. Kitabın üstüne. Bunun için hiçbir yazımın sonunda, “mutlaka okuyun” yazısını göremezsiniz. Çünkü zaten okumuş olduğunu varsayıyorum. Konuyu da hemen hemen hiç anlatmam. Yani işte şöyle bir karakter var; şuraya gidiyor, şunu yapıyor gibi bir şey de yoktur. O zaten biliyordur, okumuştur.

– Burada ne kadar çok okura saygı duymak, eşitlemek var. Yazarlardan biri, bir filme gitmiş. “Batırmaya değmeyeceği için yazmayacağım,” demişti. Çok etkilendim, sonradan. Eleştiride bize doğru olanları, yanlış olanları göstereceksiniz kendi yorumunuzla, en önemlisi fikir edinmemizi sağlayacaksınız ama bunun amacı batırmak için olmamalı. Sizse tam tersi okuru yanınıza alıyorsunuz, çok hoş bir şey; arkadaş gibi. Birliktelik kuruyorsunuz. Bu harika bir saygı. Benim alımım böyle.

AKB – Onu düşünerek yapmadım doğrusu. Ama okurla, benimle aynı şekilde okumuş ve bir araya gelmiş gibi konuşuyoruz. Sonuçta sanatı görünce paylaşma isteği vardır.

– Sanırım sizin bu yazılarınızda o paylaşma üzerine.

AKB – Hep o paylaşma üzerine

– Ben güzellikler yaşıyorsam, herkes yaşasın.

AKB – Çok doğal bir şekilde oldu benimki. Yani lise yıllarımda bütün lisedeki arkadaşlarım bana sorarlardı, hangi film oynuyor, hangi kitap? Annem derdi ki bir kitap alacağım şunu mu alayım, bunu mu? Bütün arkadaşlarım annemin arkadaşları, babamın arkadaşları hep bir araya geldiklerinde benim kolumdan çekilir ve bana bunlar sorulur. Çünkü ben çok takip eden biriydim. Gençken de bütün filmleri görürdüm, piyasasını bilirdim. Sanatın bile, galerilerde ne var ne yok hep ilgiliydim. Onun içinde arkadaş çevremde, okul çevremde hep böyle bir şeyler yaşadım. Hatta çok sevdiğim Bill JOHNSON isimli bir profesörümüz vardı “sonunda bütün üniversite Asu’nun söylediği filmlere gider oldu” demişti. Hakikaten paylaşma isteğinden kaynaklanıyor biraz.

– Benim de sinemayla aram çok iyi. Peki kitap eleştirisi yazıyorsunuz, hiç sinema eleştirisi yazmayı düşündünüz mü?

AKB – Aslında donamımım sinema eleştirmeni olmak için. Yani sinema tarihi dersleri daha çok aldım. Gittiğim üniversitede çok büyük sinema bölümü vardı.

12 yaşında yurtdışına gittim. Babamın diplomatik görevi nedeniyle. Tüm orta ve liseyi İsviçre’de okudum. Üniversiteyi de Amerika’da okudum. Senelerdir Türkiye’deyim. Fakat eğitimimin sadece ilkokul bölümü Türkiye’ de gerçekleşti.

– Çok sevdiğiniz filmlerden bahseder misiniz? Ve neden etkilendiğinize dair söyleyecekleriniz olabilir mi?

AKB – Benim için baş insan Ingmar BERGMAN’dır. Fellini’yi çok severim. Görmediğim hiçbir filmi yoktur. Ama en sevdiğim film garip bir şekilde hala senelerdir unutamam “Ölümü İzlemek” (“Mort en Direct”) Harvey KEİTEL ve Romy SCHNEİDER ’in oynadıkları bir film. Dünyada artık kimse ölmüyor. Ama o buna tepki duyduğu için ölüyor. Dünyadaki tek ölen kişi. Ve bunu canlı yayından 24 saat insanlara izletmeyi istiyorlar. Artık dünyanın hakimi televizyon kanalları olmuş bir dönemde yaşanıyor. Bilim kurgu gibi ama insanlar garip giyinmiş, garip konuşmuyorlar. Harvey KEİTEL gözüne takılmış kameralar var, canlı yayın için ölümü çekiyor. Bu beni en çok etkileyen filmlerin başında gelir. Konusu muhteşemdir. Sonunda o kişinin özeline girdiği için kendini kör eder.

Geçenlerde de “Dogville” diye bir film izledim ve çok etkilendim.

– Orada, o filmde sizi çeken nedir? Yani sizde kalıcı olmasına neden olan.

AKB – iyilik ve kötülük üzerine bir film. Taş devrinden beri hepimizin birinci sorusu iyi nedir, kötü nedir? Çok simgelerle doluydu. Sonunda köpek olmak, insan olmak üzerine duruyordu. Çok ince, hoş geldi. DVD de seyrettim. Hem de üç buçuk saatlik yönetmenin seçimi versiyonunu seyrettim. Çok etkilendim. Çok çok güzeldi.

– Zaten simgeler üzerine çok duran bir yapınız var. Yazınızı çok belirliyor. Ya da yazdıklarınızı. Peki o simgelerden biraz bahsedelim. Neden simgeler belirleyici ve hangi simgeler yaşamınızda ön planda.

AKB –Bence yaşam zaten simge. Her şey simge. Hiçbir şey kendi başına bağımsız değil benim zihnimde. Hep bağlı olduğu bir çok şey var. Dilsel bağlar, gerçekle bağlar. Bunlar, yani her şey simge.

– Burada amaç salt “eleştiri” değil de, sizi tanımak bu vesileyle. Sizi salt eleştiriyle ifadelendiremem. Sadece eleştiri sözcüğü içine sokamam sizi. Daha doğrusu siz sığmazsınız. Sorulara baktığımda; renklerden, coşkulardan, soyutlamadan, yaratıcı süreçten bahsetmişim. Yazınızı yazma sürecinden bahsetmişim. Ne diyorsunuz?

AKB – En başta, eleştiri yazmayı yaratıcılık olarak görmediğimi söyleyeyim. Ama bir süreci var. Hakikaten kitap bitimine kadar hiçbir şekilde düşünmüyorum, kitap üzerine. Eğer televizyonda yazar bir programa çıkmış konuşuyorsa asla dinlemiyorum. Bir gazetede bir röportajı varsa asla okumuyorum. Biraz kendimi kitap ile, eserle baş başa bırakmak, bulmak için. Bunun sonucunda da işte biraz önce anlattığım gibi bir duygu ve o duygunun üzerinden yola çıkarak kitaba ulaşmak... Yani kitaba ulaşma süreci biraz o var bende. Yazar vasıtasıyla değil de, yapıt vasıtasıyla yazara ulaşmak. Yazar vasıtasıyla yapıta ulaşma, ters gelebiliyor.

– Gerçi, “güncel romanları secimim, konumum gereği yazdığın dergi nedeniyle vs. O gerektirdiği için bir çok güncel romanları yazıyorum,” diyorsunuz ama yine de bir fikriniz olmalı. “A” kişisi ya da “a” romanı veya “b” romanı mı? Mutlaka sizin üzerinizde bir seçimi olmalı. O seçimi neye dayanarak yapıyorsunuz? Gerçi o gün söyleşide, “romanları birbiriyle yarıştırdım. Beni hangisi alıp götürdüyse onu tercih ettim. Birisinin 50. sayfasına kadar gelmiştim.” Demiştiniz. Ama yine de o 50 sayfayı götüren bir şeyler olmalı. Diğerini götürmüyorsa, biten bir şey olmalı. Öbürkünde sizi çeken bir şeyler olmalı. O zaman yine Sayın Asuman KAFAOĞLU BÜKE olarak o çekenler nedir acaba?

AKB – İten ne, bir kere ondan başlayalım. Beni en çok iten şey, klişeler. Daha önce duyduğu şeylerin tekrar ediliyor olması. Kalıplarla konuşulması. Zaten en sevmediğim şeylerin başında, Türk milletinin bu kadar kalıpla konuşması. Mesela çok büyük bir trafik kazası geçirdim. Geçirdikten sonra bana en yakın arkadaşım da “geçmiş olsun,” dedi, sokakta hiç tanımadığım adam da, “geçmiş olsun,” dedi. Şimdi en yakın arkadaşımla, sokakta tanımadığımın aynı duygudan yola çıkarak konuşmadıkları kesin. Ama aynı şey söylendi. Halbuki duygu neyse, o söylenmeli. Şimdi Türkiye de, Türkçe’de biz çok fazla kalıp kullanan bir millet olmuşuz. Bazen de kendi duygularımıza dönmeden, bakmadan bir kalıp var; başın sağ olsun, geçmiş olsun, afiyet olsun, kolay gelsin… Bunları hiç düşünmeden sarf ediyoruz. Ben burada arkadaşım kaza geçirdiğinde, ne hissediyorsam onu söylemeliyim. “Geçmiş olsun.” Bir şey ifade etmiyor o. Bir üzüntü, o duygu ne ? Aynı duygu olmadığında niye aynı sözcüklerle ifade edelim?

Söyleşinin devamı için tıklayın

Öğr. Gör. Tülay Çellek
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi (SANTAS)
e-posta: tcellek@yildiz.edu.tr 
web: http://www.tulaycellek.com


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
166. Sayı önceki yazı 166. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2006 İstanbul-Türkiye