| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

22.12.2005 Nesrin Özyaycı - netyorum.com / Sayı: 166

NAFTALİN SİNMİŞ ÖYKÜLER

Eskiler, narin, ince.... İncelikli, itinalı, el emekli göz güherli... Bin bir umutlu, ilmek ilmek sevgili, kıvrım kıvrım hayalli... Dalıp gittim çocukluğumun bez bebekli günlerine. Nasıl da otururdum annemin dizinin dibine... Oturur, çeyiz sandığımız için hazırladığı el işi göz nuru nakışlara nasıl da bakardık... Üç kız kardeşe paylaştırılmış bohçalar... Özene bezene katlanmış nadide eserler denilse daha anlamlı... Yanlış yerde yanlış zamanda dünyaya gelmiş ve kadri bilinmemiş dahi ressam misali biçare bir Anadolu kadının elinden, yüreğinden, sanatında çıkma... O yamalı bohçaların içindekilerin öyküsü nedir, kim bilir... Bilen bilir, değil mi? Bilen bilir...

İpek de anasıyla, ninesinin kızı... ‘Kurt ulusuna çeker’ derler, doğru herhalde. Tutturdu, illa da elbise dikecek... Kumaş ister... Çekiştirip durur elimden... Açtık sandığı birlikte. “Şu benim çeyizim, şu ablamın...” diyor. Ablası ilgisiz şimdilerde. Dört şıklı seçeneklere hapsoldu yavrucak ve onun gibi daha niceleri. Çeyiz meyiz, pek o taraklarda bezi yok. Küçük, evcimen. Son derece. Hayırlısıyla bir büyüseler... Açtık ceyiz oyma sandığı bakıyoruz; baktıkça ne şahaneler görüyoruz, ne güzellikler, emekler...

Her bohçanın üzerinde bir etiket... ‘İğne işleri’, ‘mutfak takımı’, ‘oyalı yazmalar’, ‘yatak takımları’... Amannn... Ne sabır, ne göz nuru dökülmüş; ne büyülü hayaller sürülmüş üzerlerine... Rahmetli annem, “Şunu da ananız, öz canı için işlemiş, bakın...” derdi, sağ olsaydı. Okuldan gelip iş güç bitti mi, el işleriyle uğraşmak marifetti biz gibi şark kızları için. Yaz tatillerinde, gergef başına oturur nakış işlerdik... Nakış, iğne işi, Antep işi. Biraz daha detaylara inmeli: Kartopu, ciğer deldi, çin iğnesi, kuş gözü, dolama, sarma, bebekli... Nasıl güzel isimler böyle... Hepsi de ya doğadan ya bir acıdan, hayalden alınmış bir bir... Doğanın, hislerin beze, ipliğe yansıması. Bu ne güzel cefa, ne hoş çile... İpek kumaşın ipliklerini iğneyle çekilerek kuyu kazma işi, bir güzelliği aramak için... Göz, el, beyin arası bir çalışma, bir genç kızın hülyalarına bir umut rengi katmak için... Büyük bir ustalık, sanat. Zevkli, paha biçilmez değerler...

Şu sırma sabahlık. Bunlar sırma bohçalar... Şunlar da tel işi yastık tepeleri... Rahmetli annemin vasiyeti, “Sırma işlerini naftalinli sandığa koyma!” sözleri daha dün gibi kulaklarımda. Nasihatini unutup naylon poşetlere sarmışım, ama bereket, bir şey olmamış. Kararmamışlar, hala ilk günkü gibi. Yoksa, anamınki batıl itikat mı? Bilemiyorum. Hele şu Halep işli namazlıklar, antika bir servet. Bilemiyorum kaç yüzyıllık olduklarını. Ninem rahmetlinin ninesinden kalma. Birinin kenarı sararmış. Anam da yanımızda olsaydı, “Şeytan götürmüş, vah vah! Başıma taş!..” diye diye dövünürdü. Yıllar yılı bekleye bekleye insan sararır solar, değil ki kumaş... Peki, kutnu kumaştan diktiğim sabahlığım nerede ola?.. Anadolu folklörünün sembolü.

Başka?.. Keten üzerine paha biçilmez, parayla ölçülmez göz nuru akmış. Genç kız Nermin’in akıttığı pürü pak nurlar, cevizden bir sandığa, umutlu bir geleceğe... Peki ya kızlarım?.. Onların dünyası başka. Devir değişmiş. İşte ben, duvara asmışım, karşımda. Üzerinde bir etek; bir bluz, askılı...

İpek ne kadar düğme, boncuk varsa alıp yere döşemiş, ilik kutusundan. Rengarenk bir gece elbisesi üzerinde çalışıyor. Şimdilerde giyilmesi olanaksız, ama nefis bir dizgi... Babamın sesi kulaklarımda... “Yeter! Kaldır şu dökük saçıklarını, ayaklarımıza iğne batacak!” diyor... ‘Gözüne yazık, uğraşma!’ tavırları... Oysa şimdi, nasıl müşfik babam... Keşke yaşlanmasaydı da söylenseydi eskisi gibi. Tükenmeyen, tükenmiş çocukluğum, gençliğim ah!.. Ağzı zor kapanan şu sandığa mı sıkışıp kaldınız? Çeyizim. Güzel, ince, ama bu kadar çaba kime, neye? Ele güne karşı mı? “Kenarı çevrili bir çaputu da yokmuş!” demesinler diye mi? Dolup dolup boşalan gelin bakmalarda göğsünü gere gere göstermek için mi? Sinameki Antep kadınlarının ağzını hayranlıktan bir karış açtırmak için mi? Yeni gelini görmeye gidilirdi, mahalleden mahalleye. Bu da güzeldi, ayrı bir keyifti. Pek yok artık o gelin görmeye gitmeler... Adı değişti böyle geleneklerin. Kermeslere dönüştü! Taş merdivenlerden tırabzanlara tutunarak inen ayağı takunyalı bir yeni gelinin kınalı parmaklarını görüyorum şimdi, donuk bir dünyanın gerisinden... Donuk, soğuk şimdi her şey... Savaşların, çekişmelerin soğuğu ısıtıyor dünyamızı... Sevinç, hüzün kınaları silinmiş, çekip gitmiş uzak diyarlara... Kınalar... Nelere kına yakardık biz? Dönülmeyecek sözlerimize... Askere, geline, damada, kurbanlık koyuna... Çoğu değerden, sözden dönülür oldu maalesef... Sözler yok, özler yok, özlemek yok, kadir kıymet bilmek yok... Sevgisizlik çok, samimiyetsizlik çok, riya çok, yalan çok, çok...

Açtık yamalı bohçamızı. İçi yama yapılacak kumaş dolu. Nur içinde yatasın anam. Devir değişti. Nerede yama, nerede sen?.. Nerede o Sümerbank basmaları?.. Hepsi güzel bir hayaldi, hayallerde kaldı. Aklım gitti aklım. Geçmişimin salıncak ipleri kırıldı. İpek alabildiği kadar kumaş aldı. Bohça boşaldı. Geriye sadece yamalıklı bohça kaldı. Sandığın üzerini iyice kapattık, kalın bir örtüyle. Bir de baktım ki, ne göreyim, yerde bir naylon dosya, içinde üç öykü. İlgimi çekti. Unutmuşum neden sakladığımı bu dosyayı... Daldım gittim geçmişimin alacakaranlığına. Kimmiş yazan? Kime yazmış? İkisinin adını okuyamadım. Solmuş, sararmış harfler. Üçüncüsü, ‘seçgel’, ninemin dediği gibi. Okunaklı yani. Gözüm seçmekte. Silinmemiş yazıları. Bir mektup. Kime? Bu nakışlar her kimeyse ona... Bir ilk göz ağrısına belki, bir onulmaz gönül yarasına belki, bir hayal kırıklığına, bir imkansıza... Dosyayı da bırakayım, diyorum, olduğu yere. Bu dünyadan göçüp gittiğim vakit, kızlarım sandığımı açınca isterlerse, varsın okusunlar. Ne çıkar? Analarının gönlünden geçip giden, yüreğini delip parçalayan bir his, bir hatıra yadigar kalsın...
Her şeye naftalin sinmiş. Oymalı sandığıma da, hayallerime de, umutlarıma da naftalin sinmiş. Sevgiliye de... Geçmişin acısını, ağır izlerini gün gelir usul usul silerim demiştim. İşte bu gün, açılan bir sandıkla, açılan bir yara gibi; kumaşa batan bir iğneyle bir deseni çizer gibi yeniden çizildi. Yeniden örüldü üzerime, bütün varlığımı saran bir dantel motifi gibi. Göz yaşlarımı saklamaya çalıştım...

Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com     


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
166. Sayı önceki yazı 166. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı Yazarın Sonraki Yazısı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2006 İstanbul-Türkiye