|
06.12.2005 Tülay Çellek - netyorum.com / Sayı: 165
TINAZ TİTİZ İLE “SORU SORMAK” VE “ARAMAK” ÜZERİNE - 2
Söyleşinin birinci bölümü için tıklayın
TÇ – “Zaman” konusuna gelelim o halde.
TT – Zaman konusunda tabii çok şey söylenebilir. Ama ben bir iki
şey söylemek istiyorum. Bir tanesi biraz uçuk kaçık bir örnek gibi gelebilir. Ama
ben birisini arıyorum, özel bir saat yaptırmak istiyorum. “Örgüt saati” diye bir
düşüncem var. Bunu açmak istiyorum müsaadenizle.
Örgüt saatinden şunu kastediyorum. Bileğinizdeki veya duvarınızdaki saatler
dünyanın kendi etrafındaki dönüşünün bir kesrine göre ayarlanmış. Saat akrebi
iki defa tam döndüğü zaman, dünya etrafında bir kere dönmüş oluyor. Ve kadran
saatlere, dakikalara, saniyelere bölümlendirilmiş. Bunun benim gündelik işlerimle,
yaşamımla nasıl bir alakası olduğunu doğrusu çok anlayamıyorum.
Her örgüt kendi zamanını ayrıca bir aletle ölçmeli. Diyelim ki, burası bir iş
yeridir. Buranın duvarına buna benzer dünyanın kendi etrafında dönmesiyle ilgili,
ölçen bir alet koyduk. Burada duvardaki saat onu gösteriyor. Dünya ne kadar döndü,
burada görüyoruz. Halbuki ben 24 saat denen sürenin yaklaşık üçte birinde zaten
evdeyim ve uyuyorum. Geri kalan üçte birinde örneğin, kedimle oynuyorum, spor
yapıyorum, geziyorum yemek yiyorum, istirahat ediyorum vs. Onun dışında bir başka
sekiz saat kalıyor. Ona çalışma saati diyorlar. Buraya geliyoruz ama gelirken zamanı
biraz yolda sarf ediyoruz, akşam giderken sarf ediyoruz, öğlen yemekleri için biraz
sarf ediyoruz. Sabahleyin gelince biraz mahmurluktan ayılmak için sarfediyoruz. Artık
yorgunluk dolayısıyla biraz saate bakıyoruz. Karnımız acıktığı için yemekten
önce biraz ara verip, yemekten sonrada biraz rehavet bastığı için. Arada sırada
çay, kahve vesaire gibi, ahbap arkadaş onlar arıyor, dolayısıyla bu 8 saat içinde
bir dört saatte böyle geçiyor. O zaman bu yirmi dört saatin içinde 4 saat etkin
olarak çalışıyoruz. Bu ne demektir?
Duvardaki saati eğer mümkün olsa da bir yöntemle 24/4, yani 6 kat hızlı
çevirebilsem o saat benim gerçek çalışma süremi ölçüyor demektir. Çünkü mevcut
durumdaki saat, benim bütün zamanı eşit olarak değerlendirdiğim varsayımına göre
işaretli.
Halbuki ben o 24 saatin ancak 4 saatini kullanabiliyorum. Ve dolayısıyla demek ki 24/4
yani 6 misli hızlı dönmesi lazım ki zaman akışını bana doğru göstersin.
Tabii o zaman, 4’e bölünmüş bir saat yapacağız. Yeni bir saat birimi ortaya
çıkacak; buna “örgüt saati” diyorum. Ve araları da “örgüt dakikaları”na ve
onların da araları “örgüt saniyeleri”ne bölünecek. Ve diğer saatin tam 6 misli
hızla dönecek. O zaman ne kadar çabuk zaman tüketeceğinizin farkında mısınız?
Duvar saatine nazaran çok daha hızlı dönecek. Bir dakikanın 6’da birinde bir tur
yapacak o. Bir geleneksel saat yerine 1/6 saatte bir örgüt saati geçecek. Böylelikle
insanlar zamanı daha hızlı kullanmasını öğrenecekler. Daha anlamlı konuşma,
yazma, toplanma, çalışma pratikleri gelişecek.
Bugün ise bileklerimizde ya da duvarlarımrzda takvim gibi –kısa süreleri ölçme
işimize yaramayan- araçlar taşıyoruz.
Her örgütün saati farklı hızlarda dönmeli. Bir saat üreticisi çıkıp her örgüte
göre ayarlanabilir saat yapsa çok da doğru ve karlı bir iş yapmış olur.
TÇ – Bir de saatlerde renk değişik olsa.
TT – Evet değişik olsa çok ilginç, yaratıcı bir saat tasarımı
ortaya çıkar. Hele elektronik olarak bu işleri yapmak çok daha kolay. Hem de belki
renk kodlarıyla belki başka boyutları ifade etmek kolaylaşırdı. Örneğin müdürün
renk kodu ile güvenlik görevlisinin kodu farklı olurdu.
TÇ – Zemin değişse; çalışırken aldığı renkle dinlenirken
aldığı renk farklı olsa.
TT – Bu zaman işi hep konuşulur bizde, Türk insanı zamana çok
önem vermiyor diye. Halbuki dilimizde “vakit nakittir” diye tercüme bir laf var ama
bizim lafımız değil esasında. O yabancı dilden aktarılan bir şey. Peki niye böyle?
İnsan düşünüyor; Tanrı herkes için zamanı eşit olarak verdiğine göre niye biz
bunu iyi kullanamıyoruz da başkaları iyi kullanıyor? Ben çok düşündüm bunu.
TÇ – Planlama yetersizliği olabilir mi? Planlamayı pek bilmiyoruz
galiba.
TT – Acaba ondan mı pek emin değilim. Örneğin ne yapmak istediğini
bilen ama hiç eğitimi olmayan insanlar bile o kadar güzel planlıyor, yöntemler
buluyorlar ki hayret edersiniz. Ama ne yapmak istediğinizi bilmiyorsanız, ne yapmak
istediğiniz konusunda net değilseniz o zaman sağa sola savrulmaya başlıyorsunuz. Bu
sağa sola savrulma, sonunda zamanın kötü kullanımı biçiminde ortaya çıkıyor.
TÇ – O zaman amaç.
TT – Evet amaç konusunda, ne yapmak istediği konusunda bir sorun var.
Ben misyon yani öz-niyet konusu üzerinde çok duruyorum. Şirketler niçin vardır,
insanlar niçin vardır? Biraz sonra belki o konuya geleceğiz. sanırım bana öyle bir
soru yöneltecektiniz. Yani sen niye varsın? gibi.
TÇ – Evet siz başkalarına soruyorsunuz, ben şimdi size soracağım.
Siz neye varsınız?
TT – Evet çok doğru. Bu soruyu cevaplamam demiyorum, ama ben şunun
için varım doğrusu da budur, siz de bunu bir varlık nedeni olarak benimseyin demek
çok iddialı bir şey olur.
Ama bu soruyu insanlar kendisine sormalı… Bu soruyla çok oynanmalı. Çünkü bu
sorunun cevabını vermeye çalışmadan, hiçbir taşı yerine oturtmanın imkanı yok.
Öyle bir şey düşünün ki niye varolduğu belli olmayan bir şey, nereye koyarsınız
onun rengini alıyor.
Bir kitap düşünün, hangi kategoriye ait olduğu belli değil. Kütüphanenin neresine
konur böyle bir şey?
Bir insan düşününki niye yaşadığı belli değil. Zamanla ne yaparak hareket eder,
kumar oynayarak mı vakit geçirir, yemek yiyerek mi geçirir, sinemaya mı gider, sohbet
mi eder ne yapar? Nasıl geçirir zamanını?
O zaman vakit geçirmek denen kavram gündeme geliyor. Böyle bir deyim var. Vaktini
nasıl geçiriyorsun, diyorlar birbirlerine. Vaktini nasıl geçiriyorsun, diye bir tabir
olabilir mi? Bizim bir şey yapmamıza gerek yok ki vakit geçirmek için, vakit
kendiliğinden geçiyor. Sen vaktini hangi yöntemle dolduruyorsun ve hangi amaca göre
kullanıyorsun bunu? Sorusu daha doğru soru olabilir.
Bu açılardan herkesi amaçları farklı olabilir ve hepsi de doğrudur. Benim amacım
“anlamak” ya da daha doğru tanımlamayla “anlamaya çalışmak”. Neler niçin ve
nasıl oluyor?
TÇ – Evet geriye “koruma” kaldı. Şu kendini koruma… Bu
korumayı; kişiliği, varlığını korumak, öğrencinin özellikle… Eğitimle
bağlayabilir miyiz? Ben testlerinizi açamadım, ama onunla da bağlantılı olarak.
TT – Bu yaşam alanı ( http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/yasam_alani.pps.zip
) dediğimiz bir kavramla çok bağlantılı. Yaşam alanı ve öğrenmekle çok
bağlantılı. Gençler için Beyaz Nokta® Gelişim Vakfında düzenlediğimiz bir
program var, Kişisel Gelişim Platformu adında ( http://www.kigep.org.tr.tc
) . Orada uyguladığımız yöntem esasında çok basit, sade bir yöntem.
Kişinin etrafında, onu çevreleyen çok boyutlu bir ortam olduğu varsayımından yola
çıkıyoruz. Önce diyoruz ki, kişinin fiziksel yeterlilikleri ve yetmezlilikleri var.
Her kişi bir dizi yeterlik ve yetmezlikten oluşuyor. Yani sınırlardan oluşuyor.
Diyelim ki atlayabileceği yüksekliğin bir sınırı var. Bazı insan 10 cm yükseklik
atlayabiliyor, bazısı 50 cm, bazısı 1 metre bazısı şampiyon olacak kadar 2 metre
bir yerden atlıyor. Koşularla ilgili sınırı var; bazı insan hiçi koşamıyor bazı
insan bir atlet gibi koşabiliyor. Ağırlık kaldırmayla ilgili sınırlar var. Bunlar
fiziki sınırlar.
TÇ – Bir de farklılıklar var . İlgi farklılıkları, kişisel
farklılıklar var.
TT – Oraya geleceğim. Fiziki yeterlilikler ve yetmezlikler. Buna
yeterlilik ve yetmezlik yerine sınır diyelim. Herkesin sınırları faklı yerde.
Sizinle ben farklıyım. Sizinle başka birisi farklı. Ondan sonra zihinsel sınırlara
geliyor. Ne kadar sözcüğü belleğinizde tutabiliyorsunuz, aynı anda kaç tane farklı
düşünceyi zihninizde çevirebiliyorsunuz; geçmişe ait şeyleri ne kadar net
hatırlayabiliyorsunuz? Ne kadar hızlı okuyabiliyorsunuz? Ne kadar hızlı
dinleyebiliyorsunuz? Bütün bunlarda demek ki zihinsel sınırlardır. Ondan sonra belki
işte ruhsal sınırlarımız var. Takıntılarınız, korkularınız, fobileriniz;
kiminin yüksekten korkusu, kiminin ipin üstünde 1000 metrede bile normal sokakta
yürürmüş gibi yürüyebilme yetisi. Onun sınırı daha yüksekte. Kimisinin kapalı
yerde kalma korkusu, kiminin öyle bir şeyi yok.
Kiminin hayvan korkusu var, kiminin yok. Böyle takıntıları, korkuları, fiziksel
sınırları, ruhsal sınırları, zihinsel sınırları gibi bir takım sınırlardan
ibaret bir yaşam alanı içinde yaşıyoruz. Buna konfor alanı da deniyor. Şimdi
birinci olarak insanın şunu idrak etmesi gerekiyor ki, her şey ama bütün refah ve
mutluluk ürünleri bu alanın içindeki tarladan üretilen ürünlerdir. Eğer bunlardan
mutlu değilseniz, bunlardan bir şikayetiniz, bir yakınmanız varsa bu sınırların
darlığıyla, sınırlarınızla ilgilidir. Tabii genişletmemiz lazım. Bunu
genişletmek içinde önce farkında olmamız gerekiyor. Yani hangi sınırınızın ne
olduğunu bilmeniz gerekiyor. Yükseklik korkunuzun olduğunu bilmiyorsanız böyle bir
şeyi düzeltmek, bunun üstüne gitmek gibi bir amacınız olamaz. Veya dakikada 300
kelimenin bir sınır olduğunun farkındaysanız bunu arttırmak dakikada 600 - 700
kelimeye çıkartmak için bir gayretiniz olabilir. Bildiğiniz sözcük sayısının
önemi sizin kendinizi ifade etmenizde çok önemli bir parametre olduğunu fark
ettiğiniz anda yeni sözcükler öğrenmeye gidebilirsiniz veya bildiğiniz sözcüklerin
kökenlerini bildiğiniz anda daha iyi bir empati kurabildiğinizi anlamaya
başlarsınız.Yani kendinizi bildiğiniz anda mutluluk sınırlarını zorlamaya
başlıyorsunuz.
TÇ – Ama sadece kendimizin bilmesi değil, başkalarının da bilmesi
önemli. Yani öğretmenimizin, annemizin, babamızın. Örneğin her çocuk
küçüklüğünde öncelikle doktor oluyor biliyorsunuz, sonra mühendis.
Karşımızdakinin de bilmesi lazım bunu.
TT – Tabii dediğiniz çok doğru. Galiba insanlar kendini bilmeye
başladıktan sonra empati dolayısıyla karşınızdaki insanın da kendisi hakkındaki
düşüncelerini anlamaya başlıyorsunuz. Yani onun da farklı birisi olduğunu, siz
olmadığınızı, sizin eğiliminizden, sizin özlemlerinizden farklı özlemleri
olabileceğini anlamaya başlıyorsunuz. Dolayısıyla ben şunu anladım, ben doktor
olamadım, bari çocuğum doktor olsun gibi hastalıklardan vazgeçiyorsunuz.
Dolayısıyla bu yaşam alanının değeri böyle.
Ondan sonra bu yaşam alanıyla ilgili ikinci aşamaya sıra geliyor. Peki bunları nasıl
genişleteceğim? Bu duvarlardan hepsi değil ama bir bölümü çok dar, beni
sıkıştıran benim üstüme baskı yapan bazı alanlar var. Diyelim ki yükseklik
korkumuz varsa veya kapalı bir yerde kalma korkunuz varsa, belli işleri reddediyorlar.
İşe ihtiyacı var, çalışamaya ihtiyacı var ama mesela bulduğu işler hep yüksek
katlarda hep kapalı yerlerde. Ofisler kapalı, orada çalışmayı reddediyor.
Dolayısıyla bir anda zaten dar olan bir yaşam alanını kendi kendine daha da
daraltmış oluyor. İş buluyor ve önce onu soruyor, “kaçıncı katta işyeriniz,”
diyor, örneğin “5. katta,” “ben burada çalışmam,” diyor. Halbuki bakın kendi
hayatını zorlaştırmış oluyor. Peki ondan sonra nasıl olacak?
Bunun farkına vardınız. Böyle şeyleriniz olduğunun, yaşam alanınızı ondan sonra,
onu geliştireceksiniz. Genişletmek için en iyi enstrümanlardan bir tanesi,
insanoğlunun sahip olduğu en önemli şeylerden bir tanesi öğrenmek. Hatta öğrenme
konusundan şöyle bir iddiaya geliyorum artık, işi bağlıyorum. Yaşam öğrenmekten
ibarettir. Nelerin öğrenilmesi, işte kendini koruma işi buradan geliyor. Kendimizi
nelerden koruyacağız? Kendinizi fiziksel koruyacaksınız. Mesela trafik kazalarından
koruyacaksınız. Yayaysanız yolda çukurlara düşüp ayağınızı oranızı buranızı
zedelemekten koruyacaksınız. Sokakta yemek yiyorsanız, yediğinizden içtiğinizden
hastalığa yakalanmamak için kendinizi koruyacaksınız. Etrafınızdaki nezle grip olan
insanlardan size bir şey bulaşmamasını sağlamak bunu öğreneceksiniz. Çocuksanız
annenizden babanızdan dayak yememeyi öğreneceksiniz. Erişkinseniz öğretmeninizden
hakaret görmemeyi öğreneceksiniz. Öğretmenseniz çocuklarınızla, öğrencilerinizle
empati kurmayı öğreneceksiniz. Ezber yaptırmadan dersinizi işlemeyi öğreneceksiniz.
Ezberlemeden derste başarılı olmayı öğreneceksiniz vb. gibi yüzlerce yöntemle
kendinizi korumanız gerekiyor. Yani başkasının saldırısından kendinizi korumanız,
başkasına karşı sinirlenip kendinizi cezalandırmamayı öğrenmeniz gibi insanın
kendini binlerce yoldan kendini korumayı öğrenmeniz gerekiyor. Yani bir insanın
zannediyorum ki öğrenebilme spektrumu içinde en çok rastlayacağı şey kendini
korumayı öğrenmek, sağlığını korumayı öğrenmek, bedenini korumayı öğrenmek,
ruhsal sağlığını korumayı öğrenmek, zamanını kullanmayı öğrenmek. Zaman
harcayıcı insanlardan korunmayı öğrenmek. Uzun yazarak, uzun konuşarak, mükerrer
sözcükler kullanarak, bakın bu mükerrer sözcük kullanma işi ne kadar
yaygınlaşıyor. Kullandığınız yazılan, çizilen gazete, medya, oradaki buradaki
şeylere dikkat edin birbirlerinin eş anlamlısı olan şeyler birbirinin yerine
kullanılıyor. Bunların her biri için zaman kullanıyorsunuz, mürekkep
kullanıyorsunuz. Okuyan insanın zamanını kullanıyorsunuz. Karınızdakinin kuşkusunu
kullanıyorsunuz. İki kelimeyi yan yana gördüğümde ben ciddi olarak kuşku duyup
zaman kaybediyorum, ya bu ikisini yan yana yazdığına göre, ben ikisini aynı anlamda
biliyorum ama, bir nedeni var herhalde bunu böyle yazmasının diye benim zamanıma
patlıyor bu mükerrer sözcük kullanması.
Karşımızdaki düşünmeden mükerrer laf kullanıyor. Öyleyse bu kendini koruma işi
yaşamın temeli gibi bir şey.
TÇ – Efendim sizinle söyleşi yapmadan önce ki, daha öncekinde de
aynı şeyi yapmıştım, bir hayli yazınızı okumuştum. Ve bu konuyla ilgili de bir
çok yazınızı okudum, zaten bir yazınız diğer bir yazınıza götürüyor insanı, o
yazınızda bir başkasına götürüyor. Öyle bir süreçte pat diye araştırmayı
kesip dedim ki hocamın kendisi neden yazıyor, neden konuları öncelikle eğitim, ve
neden var? Herkesin varlığını sorgulamak. Yazılarınızın çoğunda da özünde o
var. O zaman ona sorayım siz neden varsınız? Felsefenizi anlatır mısınız? Ve de
çok sevdiğiniz kedinizden özetle bahseder misiniz?
TT – Şimdi kedimi de niye çok sevdiğimi söyleyeceğim. Tabii en
çok düşündüğüm şeylerden bir tanesi bu sorduğunuz soru. Yani ben kendi kendime de
soruyorum. Ben niye varım? diye. Ama sonunda şöyle rahatladım. Benim varlığımın
özel bir nedeni yok. Bunun gibi daha doğrusu şöyle benim için biçilmiş bir yaşam
şekli var. Doğacağız, belli bir süre yaşayacağız ondan sonra öleceğiz. Bütün
canlı, yarı canlı ve cansızlar için bu süreç aynen devam etmekte. Yani onlardan
hiçbir farkım yok.
TÇ – Tamam, o doğanın bir kanunu.
TT – Bir kere onu anlamış oluyorum. Kaplumbağalar, otlar ve ben
hepimiz aynıyız. Aramızda hiçbir fark yok. Burada varız, geldik ve gideceğiz. Ama
şunu anlıyorum ki, hani nasıl çikolata yediğimiz zaman hoşunuza gidiyor. Seratonin
salgılıyorsunuz gibi. Stephan Hawking’ e sordular mutluluk nedir? diye. Onun verdiği
cevap benim uzun süredir aradığım cevaptı. Yani adını koymadan bende aynı şeyden
mutlu oluyorum. Hiçbir benzerliğimiz yok Stephan Hawking’le ama, “mutlu olmak
anlamaktır” dedi. Gerçekten beni en çok mutlu eden şeyin bu olduğunu anladım. Ve
sürekli olarak kendimi anlamak, başkasını anlamak niye? O öyledir diye. Hep nedenleri
anlamak. Ve bu serüveni bende bir şeyin engelleyeceğini, o bir şeyin dışında
hiçbir şeyin engelleyemeyeceğini farkındayım.
Ezber yani kuşkusuzluk denilen şeyin bu serüveni bitirdiğinin farkına vardım. Onun
için ezbere karşı içimde yükselen bir itiraz var. “Bu böyledir” dendiği anda en
keskin bilimsel kanıtlar dahi olsa içimden bir şey yükseliyor. Bir itiraz dalgası
yükseliyor. Çünkü bu bir işi anlamayı durduruyor. Cevap bellidir bunu artık merak
etmene lüzum yok. Bunun nedeni budur.
Acaba böyle midir? Şimdi bunun içinde o kadar çok aykırı örnek var ki. Kuş beyinli
deniliyor insanlara, aptal demek için. Şimdi kuşların hiç öyle zannedildiği gibi
aptal olmadığı, binlerce motifi aklında tutabildiği öğrenildi. Önce maymunlar
için bunun farkına varmışlardı. O karmaşık dallar arasında gidiyor, bir
güzergahtan geliyor, aynı güzergahı tekrar kullanmıyor. Başka hayvan tarafından
avlanma tehlikesi dolayısıyla, her seferinde o karmaşık orman yolları içinde bir
patern buluyor kendisine ve yuvasına tekrar gelebiliyor. Kuşlarda öyle… Bütün
hepsinin öyle olduğunu anladım.
Dolayısıyla bu “…dır, …dur” gibi böyle kuşkusuzluğu çağrıştıran
şeylere karşı bende bir nefret, büyük bir antipati var. Dolayısıyla sadece anlamaya
çalışıyorum. Bu esnada bütün yazıp çizdiklerim başkalarına bir şeyler
öğretmek için kesinlikle değil. Kendi anladığım şeyleri yazıyorum ki bir süre
sonra baktığımda, hem başkalarının da bu konuya katkı yaparak anladıklarımın ne
kadar geçerli, ne kadar geçersiz olduğu konusunda yardımlaşmak için yazıyorum
onları.
TÇ – Evet bende yazıyorum, ben de çok şey öğreniyorum.
Öğrettiğim için değil, öğrenmeyi sevdiğim için.
TT –Sevdiğiniz için yani belki böyle yardımlaşma oluyor. Yani
öğrenmeyi, anlamayı isteyen insanlar arasında böyle bir yardımlaşma oluyor. Şimdi
kedilerimin konusuna gelince; onlar benim öğretmenim (geçen ay bir tanesi 19 yaşında
öldü). Gerçekten bu öğrenme serüvenimde, insanlardan tabii ki çok şey
öğreniyorum. Ama kendime benzemeyenlerden daha çok şey öğreniyorum. Çünkü onlar
her haliyle bizden her şeyiyle farklı. Yemeleriyle, içmeleriyle… Yaşamaları,
bütün yaşam fonksiyonları bizden farklı. Onları incelediğiniz zaman hepimizin o
kadar çok ortak tarafını anlıyorsunuz ki, benzemeyen taraflarımız bir kediyle,
köpekle ya da gelincikle veya otla çok daha az. Benzer taraflarımız çok fazla . Ve
onların içinde de hiç ben kendime özgün bir yer bulamıyorum. Bir çok bakımdan kedi
benden daha - zaten fiziksel olarak - üstündür. Ama ahlak açısından benden daha
ahlaklı. O nedenle üzüldüm onun ölmesine.
Ama tam işte herhalde onlar için biçilen maksimum ömrün sonuna kadar yaşadı. 18-19
yıl yaşadı. Tabii bir de burada şunu gördüm. George Orwell’in 1984’ünde bir
deyiş var; üzerinde “cehalet mutluluktur” yazan bir anıt dikmişler. Şu anda hemen
yakın çevremizde veya çok uzaklarda kim bilir nice canlılar, cansızlar, yarı
canlılar çok trajik biçimlerde ölüyorlar, can çekişiyorlar. Sadece ben onları
bilmemekten dolayı mutluyum şu anda. Böyle bir mutluluk da çok yanıltıcı bir
mutluluk esasında şu anda belki bir kedinin ölümü beni bu kadar etkiledi, kim bilir
nerelerde birileri can çekişiyor şu anda. Ama ben bunu bilmiyorum. Bilmediğim için de
huzur içindeyim. Böyle bir huzur ne kadar yanıltıcı bir huzur. Yani belli ki bu
bilmemeye dayalı huzur içinde bir yanlışlık var. Bunu bilip de burada huzur
duyabilmek yine bir şeylerin anlaşılmasına bağlı. Onu henüz anlamış değilim. Onu
anlamayı doğrusu çok isterim. Öyle bir mutluluğu isterim. Nasıl yapıyorlar onu?
TÇ – Evet öyle kediniz ama bence de kendinize çok haksızlık
yapmayın. Bu kadar güzel yazıları yazan biri için… inanılmaz bir etik sahibisiniz.
TT – Hayır ama her bakımdan olmuyor. Bakın burada bizim kedi hiç
kahve filan içmezdi yani benim tükettiklerime baktığımız zaman en azından beslenme
ahlakı benden iyiydi.
TÇ – Evet benimde dikkatimi çekti her geldiğim zaman koyu kahve
içiyorsunuz.
TT – Esasen çok kahve tiryakisi değilim ben. Burada içecek başka
bir şey olmadığı için bunu içiyoruz ama bunu örnek diye verdim. Yani kahve
olabilir, çay olabilir, başka bir şey olabilir ama hayvan böyle bir şey yapmazdı.
Tabii ben eminim ki bununla bir dolu doğanın bozulmasına katkıda bulunuyorum. Ondan
sonra işte karbondioksit stoku artıyor. Gösteriler yapıyoruz. Yazılar yazıyorum ama
esasında ben yapıyorum bunu. Yani orada bir ahlak sorunu var. Tükettiklerinde de var.
Yani giydiğin gömlekte vs. Bizim kedinin öyle bir derdi yoktu. Tek giysiyle idare
ediyordu.
TÇ – Ama doğa ona o giysiyi vermiş, bize vermemiş ki.
TT –Onu da bilmiyoruz. Bir süre sonra ihtiyaç haline geliyor. Ben
eşime söylüyorum geçen gün ne kadar mutluyuz değil mi? Niye? Kaptanımız yok. “Ne
demek,” diyor. Bizim yatımız yok ki kaptanımız olsun. Şimdi kaptan olsa ne büyük
problem olacak. Adam şu anda bizim yatı aldı ne yapıyor acaba. Ne kadar rahatız.
Kaptan da yok, yat da yok. Onun gibi bir şey bu. Dolayısıyla ben yatı olan birisini
tahmin ediyorum. Yatsız bir dünyanın nasıl olacağını tahmin ederim. O düşleyemez.
Yat olmadan nasıl olur, olabilir mi? Bizim için pek ala mümkün. Yani bizim
atalarımızda böyle bir şeye girmiyorlardı.
TÇ – Sizde de herhalde yazmadan yaşamamak mümkün olmayabilir, onda
da yatla.
TT – Ama bizde de mesela gömleksiz veya ayakkabısız nasıl olabilir,
diye düşünüyoruz. Fakat atalarımızın ataları arasında pekala ayakkabı filanda
yoktu. Bırakın atalarımızın atalarını iki nesil evvel kavun kabuğundan ayakkabı
yapıyorlarmış. Sarı kamışta donan insanların çoğunun ayağında kavun kabuğundan
yapılmış ayakkabılar vardı. Tabii çok dönüştürülebilir bir malzeme kavun
kabuğu. Hani biz de kavun kabuğundan yapalım demiyorum ama gösteriyor ki öyle de
olabiliyor. Ve ilk insanlar avladıkları hayvanların postunu giyiyormuş.
TÇ – Aborjinlerle ilgili okumuştum. Doğadan aldıklarını tekrar
doğaya veriyorlar.
TT –Şimdi mesela İngiltere’den gelen insanlara dikkat ediyorum. Bir
tane gömlek şu havada çıkıyor dolaşıyor. Arabistan’dan gelen insanlara
bakıyorsun yazın 30 santigrat derecede titriyorlar. Yani belli ki alışkanlıklarımız
çok farklı. Biz de alışsaydık pek ala daha az tüketici olabilirdik. O bakımdan
kedinin genel anlamda ahlakı benden ileri. Tabii ahlakı daha dar bir anlama
sıkıştırıyoruz. Ama genel anlamda ahlakı olan benden yüksektir yani.
TÇ – Bende çok teşekkür ediyorum. Yazılarınız gibi
söyleşinizden de keyif aldım. Çok sağolun. İyi ki varsınız. Bence çok
dürüstsünüz. Paylaşımcısınız.
M.TINAZ TİTİZ
ÖĞRENİM GEÇMİŞİ
1963 : İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi, Elektrik
Mühendisliği Bölümü
1969 : Correspondence Course from Education for Career Advancement, New York University
Extention College, on "Logic Design of Digital Computers"
ÇALIŞMA GEÇMİŞİ
· 1995'den bu yana: Yönetim danışmanlığı (Sistem Mühendisliği, Soru Konferansı
moderatörlüğü, Değişim Yönetimi ve http://www.tinaztitiz.com
adresinde açıklanan diğer hizmet ürünleri))
· 1981-'84 Elektro-Akustik A.Ş. Genel Müdürü
· 1963-'81 Ereğli Kömürleri İşletmesi (E.K.İ.) Müessesesinde çeşitli görevler
POLİTİK GEÇMİŞİ
· 1991-'95 Ankara Milletvekili
· 1989-'91 Zonguldak Milletvekili
· 1988-'89 Kültür ve Turizm Bakanı
· 1985-'88 Devlet Bakanı (İstihdam, Bilim ve Teknoloji)
· 1984-'85 İstanbul Milletvekili
YAYINLARI
· Elekrik Mühendisliği, Alevsızdırmazlık, otomatik kontrol konularında çeşitli
çeviri kitapları
· Sorun Nasıl Çözülmez?, 1990, Say Yayınları, Ankara
· Farzedin ki Hindiyiz, 1991, V Yayınları, Ankara
· Alternatif Siyaset Anlayışı, 1992, V Yayınları, Ankara
· Eko-Liberal Hareket, 1993, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Evet-Hayır Demokrasisi, 1994, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Girişimcilik, 1995, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Özelleştirme Bağlamında Taşkömürü, 1995, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Ezbere Hayır, 1996, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· İnsan Ne Yerse Odur, 1997, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Ezbersiz Eğitim İçin Yol Haritası, 1998, Beyaz yayınları, İstanbul
· Genç Girişimcilere Öneriler, 1998, İnkılap Kitabevi, İstanbul
· Okulda Yeni Eğitim, 2000, Beyaz yayınları, İstanbul
· Girişimcilik Rehberi, 2002, Beyaz Yayınları, İstanbul
· Büyükler için Hayat Bilgileri, 2004, Beyaz Yayınları, İstanbul
· Aklın Yolu 1+n, 2004, Beyaz Yayınları, İstanbul
1991, 1992 ve 1995 yıllarında O.D.T.Ü.'de, Systems Thinking adı altında dersler
vermiştir.
SİVİL TOPLUM KARİYERİ
· Beyaz Nokta Gelişim Vakfı* Kurucu Üyesi
· Dünya Verimlilik Akademisi Üyesi -WAPS
· Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı Üyesi
· Türkiye Bilişim Vakfı Kurucu Üyesi
· İstanbul Bilim Merkezi Vakfı Kurucu Üyesi
· İş Vakfı Kurucu Üyesi
· Bedensel Engellileri Güçlendirme Vakfı Kurucu Üyesi
· Müteşebbisler Klübü Kurucu Üyesi
· Türkiye Bilişim Derneği Üyesi
· Melvin Jones Fellow
KAYNAKLAR
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/zihinsel_zincirler.pps
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/amaclar.pps.zip
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/yasamin_(nasil_bil)leri_04.doc
http//www.tinaztitiz.com/dosyalar/dogru_sorular.ppt
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=484
( zihinsel virüs )
http://www.tinaztitiz.com/hizmet.php4
http://www.cibc.com/ca/inside-cibc/careers/job-search/your-resume.html
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=650
http://www.kigep.org.tr “site haritası”,
onun içinde “testler” ve onun içinde de “Öğrenme Stili Testi”ni bulabilirsiniz
/ Çoklu Zeka Profili’ni öğrenerek (yine KiGeP testleri )
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=695
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=368
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=741
Öğr. Gör. Tülay Çellek
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi (SANTAS)
e-posta:
tcellek@yildiz.edu.tr
web: http://www.tulaycellek.com
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın
organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir.
Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link
verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.) |
|