|
06.12.2005 Tülay Çellek - netyorum.com / Sayı: 165
TINAZ TİTİZ İLE “SORU SORMAK” VE “ARAMAK” ÜZERİNE - 1
Yazılarınızı okurken ve notlar alıp sorular çıkartırken yarıda kesip başa
döndüm. Yani size. Bu yazıları yazan kim ve niçin yazıyor? Elektrik mühendisi ama
yapmıyor. ABD’den “Dijital Bilgisayarların Mantık Tasarımları” üzerine eğitim
almış.
Sorulara, “soru sormak” ve “soru konferansları” öncesinde, felsefeden başlamak
gerekiyor sanırım. Sizin varolma felsefenizden… Neden elektrik mühendisliği ve neden
şimdi bunlar, özellikle de sorular? Kitaplarınızın konuları çoğunlukla eğitimle
ilgili… Ve yaptıklarınız; organizasyonlarla ilgili kocaman bir dünya… “Temel
varlık nedeniniz nedir?" ile başlayan
TÇ – Söyleşi yapmak için yazışırken,
“marketlerdeki pilleri anımsatın,” demiştiniz. İsterseniz, uygun görürseniz
oradan başlayalım mı?
TT – Bu marketlerdeki pil örneğini, yaşamımızın önemli
bölümünü harcadığımız toplantılarla ilgili olarak veriyorum. Akademik, ticari,
siyasi, tüm kurumlarda insanların vakitlerini ne kadar, nereye harcadığına
baktığımızda en büyük bölümü toplantılara harcanıyor. Bu toplantılara da
genellikle konu ile ilgili olabileceği düşünülen kimler varsa onlar çağrılıyor.
Uygun bir fiziki düzende yan yana oturtuluyorlar. Birbirlerine niçin yakın ve düzenli
oturtuluyorlar? Çünkü beklenti, bu insanlar arasında etkileşim olmasıdır. Yoksa
herkes kendi odasında kalabilir ya da dağınık oturabilirlerdi.
Marketlerdeki pillere dikkat ederseniz kutular içinde satılıyor. Örneğin 100 tanesi
bir arada bulunuyor. Üstelik yan yana çok düzgün duruyorlar; her biri 1,5 Voltluk ;
ama 100 tanesi bir arada durduğu için 150 volt etmiyorlar, yine her biri 1,5 volt.
Birbirlerine çok yakın duruyorlar, hatta temas da ediyorlar, 24 saat beraberler.
Fabrikadan çıktıklarından beri beraberler ama aralarında en ufak bir etkileşim yok.
Etkileşim isteniyorsa birilerinin onları uygun biçimde –birinin ucunu diğerinin
arkasına gibi- bağlaması gerekiyor. Hatta uygun bağlamazsa birbirlerini gideriyor,
birbirlerinin etkilerini azaltıyorlar. O halde etkilerinin artması isteniyorsa birinin
artı ucu, diğerinin eksi ucuna gelecek şekilde peşpeşe bağlanmalılar.
Toplantılarda da benzer biçimde insanların birbirlerinden etkilenerek bir katma değer
yaratmaları isteniyorsa, bunların yan yana, dirsekleri birbirine değecek şekilde
oturtulmaları yetmiyor, kişiler arasında bir bağlantı yapılması gerekiyor.
O halde bir toplantıya ilgili olabileceğini düşündüğümüz insanları çağırıp
uslu çocuklar gibi oturtmanın hiçbir anlamı yok. Bunlar arasında bir bağlantı
yapmak lazım. Sır burada.
Peki bu bağlantı nasıl olacak? Yani insanları kablolarla, iplerlerle birbirine mi
bağlayacağız? Nasıl yapacağız da birbirleriyle katma değer yaratıcı bir
etkileşime girecekler? İşte problem burada.
Bunu bir yazımda işlemiştim. Vermek istediğim mesaj şuydu: İnsanların, birisinin
ürettiği fikrin üzerine öbürünün bir şey koyması ve ondan çıkan fikrin bu
birinci tarafından alınıp üzerine yeniden bir şey konması gibi bir ortak akıl
üretme sürecine ve bu süreci sağlayabilecek bir sisteme gerek var. Bu yapılmadığı
zaman, yani “onun konuşması bitsin de ondan sonra ben söz alayım” biçiminde
düşünüldüğü takdirde ortak akıl üreyemeyecek, katılımcılar da aynen
marketlerde yan yana duran piller gibi toplantılar boyunca yan yana duracaklar ve sık
sık toplantılar yapacaklardır. Bizim bu denli sık ve de etkisiz toplantı yapmamızın
altında yatan neden budur.
Bu tür toplantılarda herkes sadece kendi fikrini söylemiş, kendi fikrini savunmuş
olur. Sonunda toplantılardan beklenen amaçlar da yerine gelmez ve genellikle de
gelmiyor.
Toplantıların gerçekten yarar sağlanabilmesi, “ortak akıl üretme teknolojisi”nin
gerçekten bir teknoloji olduğunun idrak edilmesine bağlı. Toplantı merakı güzel bir
şey ama bunun nasıl yapılacağına da en az bu yanı kadar kafa yormak gerekir.
TÇ – O zaman iyi bir giriş yaptık. Hemen yaptığınız
etkinliklerle bağlantı kuralım mı? Sosyal adalarda yaptığınız toplantılardan
bahsetmiştiniz. Bu konuşmanız yazıya, söyleşiye güzel bir giriş oldu. Önce bu ada
neyin nesidir?
TT – Buradaki “ada” sözcüğü bir deyim olarak kullanılıyor.
Mutlaka çevresinin deniz olması gerekmeyen, ama gündelik koşuşturmalardan
uzaklaşılabilen adalar. Ortak akıl toplantılarını sıklıkla Heybeliada’daki bir
otelde yapıyoruz ama bunun fiziki bir ada olması gerekmiyor, daha çok “sosyal ada”
deniliyor. Sosyal ada, her türlü resmiyetten uzaklaşılmış ortamları kastediyor. Bu
bir otel olabilir. Şehrin biraz uzağında bir yer olabilir. Gerçekten bir ada da
olabilir ama netice itibariyle iş yaşamıyla, gündelik kaygılardan uzaklaşılan bir
yer olması esas önemli yanıdır.
TÇ – Yöntem ve içerik üzerinde durabilir miyiz, lütfen. Neler
yapıyorsunuz, nasıl yapıyorsunuz?
TT – Bir kere “ortak akıl” yöntemi hangi konularda
kullanılıyor. Evet sorun çözmekte kullanılıyor ama konu seçmek çok önemli. Önce
bir kategorisine bakalım. Sonra sorun çözmekte kullanalım. Bir kimya, bir matematik,
bir geometri problemini çözmek için acaba ortak akıl toplantısı kullanılabilir mi?
Hayır. Pozitif bilimlerin problemlerini çözmek için ortak akıl toplantısına
ihtiyaç yok, hatta çoğu zaman mümkün de değil.
Ortak akıl toplantıları, üzerinde çalışılacak konuda birden fazla çıkar
sahibinin iddialarının bulunduğu ve her birinin de kendi açısından haklı olduğu
ama ortak ve üzerinde uzlaşılmış bir tane hareket tarzının bulunması
mecburiyetinin olduğu hallerde kullanılıyor. Örneğin bu bir toplu sözleşme
olabilir. İşveren kesiminin çıkarları ayrıdır, işçi kesiminin çıkarları
farklıdır. Devletin çıkarları ayrıdır, belki kamunun çıkarları daha da
ayrıdır. Velhasıl tüm paydaşların çıkarları farklıdır. Ama bir tane uzlaşı
kümesi bulmaya ihtiyaç var. İşte orada böyle bir ortak akla gereksinme vardır.
Bir diğer örnek olarak, akademik bir konuyu verebilirim. Bir akademik kurumun kendi
mezunlarının daha çok aranılır olmasını sağlamak için nasıl bir ayırıcı
özellik stratejisi tasarımlanması gerektiğinin arandığı ortak bir akıl
toplantısı olabilir. Örneğin 82 tane üniversite var. Her birinin iddiası, “bizim
mezunlarımız diğerlerinden daha iyidir” şeklindedir. Bu iddia bağlamında
yapılması gerekenleri araştırırken öğretim üyelerinin, öğrencilerin, kamunun,
YÖK’ün çıkarları farklıdır. Belki devletin başka kurumlarının başka
çıkarları da daha farklı yöndedir. Dolayısıyla orada da bir uzlaşıya, bir ortak
akla ihtiyaç vardır.
Veya ticari şirket satış stratejisini belirlemek istediği zaman patronun çıkarı,
müşterinin çıkarı, bayiinin çıkarı, toptancının ve devletin çıkarları farklı
yöndedir. Orada ne yapmak gerektiğini bulmak için yine bir ortak akla ihtiyaç vardır.
Bu bir devlet politikasının belirlenmesi konusu da olabilir.
Bu tür kurumsal çıkar çatışmalarının çözümünde olabildiği gibi daha küçük
ölçekli konularda da kullanılabilir. Örneğin bir öğretim üyesi kendi
öğrencileriyle ders işleme yöntemini belirlemek istediği zaman bu yöntemi
kullanabilir. Öğrencilerin çıkarları, en az süre ve en az çaba sarf ederek söz
konusu dersi öğrenmektir. Öğretim üyesinin çıkarı ise belki en az sayıda
öğrenciyi başarısız kılarak, en az çabayı sarf ederek öğretmektir ki bunlar
birbirine ters etki yapıyor. Okul idaresinin çıkarı ise mümkün olduğu kadar çok
öğrencinin o dersi almasıdır. Okulun idari işlerini düzenleyenlerin çıkarları,
sınıfların hafta sonlarında ve akşamları hiç işgal edilmemesini sağlamak
olabilir. Okul büTÇesinin çıkarları, bu konuda en az yatırım
yapılmasını, en az masraf yapılmasını sağlamak yönünde olabilir. Toplumun
çıkarları ise burada öğretilen şeylerin kendisine maksimum gelir getirmesi, toplum
yaşamında gelişimi sağlayacak şekilde yansıması olabilir. Herkesin ayrı
çıkarları vardır. Dolayısıyla burada da bir ortak akla ihtiyaç vardır.
Böylece çeşitli örnekler vermiş oluyoruz. Ortak akla ihtiyacımız olan her yerde bu
tip çalışmalar kullanılabilir.
Ama bunların yanında, örneğin belirli bir üçgenin içine alanı belli bir ikinci
üçgeni, köşeleri birinci üçgenin kenarları üzerinde olacak şekilde çizmek sorunu
uzlaşı ile çözülemez. Bin kişi uzlaşsa dahi problem ancak geometri kurallarına
göre çözülebilir.
TÇ – Evet ben sizin konularınıza da baktım, çoğunlukta şirketler
var ve iki tane okul gördüm ama ilköğretim düzeyinde bunlar. Üniversite düzeyinde
görmedim.
TT – Hiç farkı yok esasında, ilköğretim düzeyindekine dikkat
ederseniz soru şuydu: "Bizi diğer okullardan ayıracak olan vizyonumuz, misyonumuz
ne olsun?" Bunu Yıldız Teknik Üniversitesi içinde sorabiliriz, Amerika’daki
M.I.T. için de.
TÇ – Bir de, bir iki tanesi de mezunlarla ilgiliydi.
TT – Şimdi ona geleyim, neler arandığı konusuna. Bunlara genel
olarak “arama toplantıları” deniyor. Aranan bir “uzlaşı”dır. Konferans sözü
de toplantı anlamında kullanılıyor. Yani bir kişinin oturup herkese bir şey
anlattığı çalışma değil de, “toplu olarak yapılan çalışma” anlamına
geliyor. Ama bu genel terminoloji. Bunun altında daha özgün teknikler var. Örneğin
delphi çalışması da, Soru Konferansı da ( http://www.tinaztitiz.com/hizmet.php4 )
bir arama çalışmasıdır.
TÇ – Okullarla ilgili olanı biraz açıklar mısınız? Ben
geçenlerde bir seminere gitmiştim iki velinin birbirleri arasında konuştuğunu duydum.
Ama okulun adını kaçırdım. Fakat şu cümleleri çok aklıma takıldı. Size de
sormaya karar verdim. Okul şöyle karar almış: "Bundan sonra velilerimiz yüksek
tahsilli olmalı. Yüksek tahsilli olmayan velileri almayalım ki, mezunlar konusunda
başarılı olalım. Okulumuz çok iddialı. Kalitesi yükselsin."
TT – Şimdi bu “ortak akıl arama” genel kümesini dünyada herkes
bir biçimde uyguluyor. Ben de bunu özgün bir şekilde uyguluyorum. Adına da Soru
Konferansı diyorum. Çünkü şunu anladım ki hangi sorunu çözmek istiyorsanız, eğer
o sorunu, doğru sorulara çeviremiyorsanız onun çevresinde doğru fikirler
üretemiyorsunuz demektir.
Yanlış, eksik, buğulu, üstü örtülü, ne olduğu belli olmayan biçimde
tanımlanmış sorunları ortaya koyup konuşuyorsunuz, konuşuyorsunuz… Herkesin
söyledikleri doğru, fakat bir ortak noktaya varamıyorsunuz. Belirgin sorular haline
dönüştürülmemiş sorun. İşte ben, önce sorunu sorulara çevirip sonra da o
sorulara ortak akılla –yani uzlaşılarak- yanıtlar aranması toplantılarının
adına, “soru konferansı” diyorum.
TÇ – Bizim diğer bir başlığımızda zaten “soru” sormaktı.
Soru üzerineydi.
TT – Diyelim ki bir okul, bir takım sıkıntılar hissediyor,
yaşıyor. Ya rakipleri var yahut öğrencileri iş bulmakta sıkıntı çekiyor veya
öğrencilerinin sürekli olarak şikayetleri var; biz iyi yetişmiyoruz, iyi
öğrenmiyoruz gibi… Öğretim üyelerinin, okul idaresinin bu çocukların akademik
düzeyleriyle ilgili kuşkuları var; yani tam yetişmiyorlar diye. Bu amaçla benchmark
denilen, yurt içi ve/ya dışındaki başka üniversitelerle mukayese ediyorlar, kendi
öğrencilerini yeteri kadar iyi yetişmiş görmüyorlar. Dolayısıyla böyle kuşkular
var.
Ama bu kuşkular aynı soğuk algınlığı gibi. Kendinizi kötü hissedersiniz. Ama
birisi sorsa tam olarak nerenizin ağrıdığını tam söyleyemezsiniz. Ama kendinizi iyi
hissetmediğiniz de bir gerçektir.
Bu “kendini iyi hissetmemek” gibi biraz belirsiz olan bir durumu, daha belirgin olan
bir hale çevirmek için önce - problemi çözmeye kalkışmadan önce - bunu belirgin
sorular haline çevirmemiz gerekiyor. Yani soğuk algınlığı denen şeyle ilgili… Bir
insan böyle şikayet etmekte çok haklıdır ama bir doktorun bu soğuk algınlığı
konusunda gerçekte işe yarar bir şeyler yapması için, çok net bazı sorulara
ihtiyacı vardır. “Kanındaki hemoglobin düzeyi nedir?, “karaciğerimizdeki filan
enzimin düzeyi nedir?, “tansiyonunuz kaçtır?”, “kalp çarpmanız dakikada ne
kadardır?” gibi. Sizin öznel yakınmalarınızın nesnel (sayısal) bilgilere
dönüştürülmesi gerekir ki sizin gerçekten sıkıntınızı, o kendinizi iyi
hissetmeme dediğimiz şeyin ne olduğu konusunda daha net bir fikri olsun.
Dolayısıyla bu tip bir akademik kurum, “biz rakiplerimiz arasında kendimize daha iyi
bir yer yapmak istiyoruz; öğrencilerimizin daha aranan, daha bilinen, sınavda – ve
yaşam içinde önlerine çıkabilecek konularda - daha başarılı olmalarını
istiyoruz” dediği anda, o zaman bir kere bu işin tarafları bir araya gelsinler
diyoruz. Bu bir araya gelecek olanlara “paydaş” diyoruz. Bir akademik kurumda payı
olanlar kimdir? Tabii ki başta öğrencilerdir.
TÇ – Bu toplantınızda okullarla ilgili olan bölüm, tabii beni daha
çok ilgilendiriyor. Bunun açılımına girersek sevineceğim, o toplantıda kimler
olmalı?
TT – Paydaş dediğimiz, sorundan etkilenen veya sorunu etkileyen kim
varsa onlardır. Sorundan etkilenen ve sorunu etkileyen öğrenciler var. Eğer
öğrenciler heterojen bir kütleyse, yani bir ilköğretim okulunu konuşuyorsak diyelim
ki, birinci sınıf öğrencileri de var, ortaokul son sınıfta kız veya erkek
öğrenciler de var. Dolayısıyla tek grupta toplanmamış. Her birinden birer tane
temsilci olabilecek kişiye ihtiyaç var. Ama, birer kişiler her zaman risklidir.
Tesadüfler olabilir, yani iyi fikirleri olan ya da tersine hiç fikri olmayan insanlar
seçilmiş olabilir onun için birer kişi yerine en az ikişer, üçer kişinin
alınması gerekir o grupları temsilen.
Ondan sonra öğretmenlere sıra geliyor. Öğretmenlerde de aynı risk var. Yani bir tane
öğretmen seçmek yerine birden fazla öğretmen seçmek, mümkünse her yönde farklı
nitelikleri taşıyabilecek öğretmenleri seçmek, cinsiyet açısından farklılıklar
yaratmak, yaş açısından; genç öğretmenler, yaşlı öğretmenler, emekli
öğretmenler varsa bunlar açısından seçmek. Akademik kariyeri olan, akademik kariyeri
olamayan öğretmenler gibi onlardan da beş, altı tane örnek seçmek gerekiyor. İkinci
taraf da bu.
Üçüncü taraf, kurum –ilköğretim kurumu ya da üniversite- idaresi. Bu, ilk iki
taraftan da farklı, onların çıkarları daha değişik. Fiziki olarak imkanları
yetiştirmeye çalışıyor, büTÇeyi idare etmeye çalışıyor, bir
taraftan öğretim üyesini memnun etmek, öbür taraftan öğrenciyi memnun etmek.
Onları yine bir iki temsilci olacak şekilde çağırıyorsunuz.
Konuya göre okulda çalışan kesim vardır yani temizliğini yapan, yazısını yazan,
laboratuarda teknisyenlik yapan personel olabilir. Ondan sonra veliler önemli bir
kesimdir. Çünkü çocukların çoğunun eğitim giderlerini onlar karşılıyorlar.
Onlar bir görülmez paydaş gibi görünüyorlar ama veli işi yüksek öğrenimde de
önemli. Orta öğretimle, ilköğretimde daha da önemli. Yani tam olarak eğitilmesi
gereken kısım orası oluyor.
Bugünün dünyasında eğitim kurumunu çevreleyen klimada medya da bulunuyor. Onlar çok
etkiliyorlar ve etkileniyorlar. Onlardan da –en az birkaç- temsilci bulundurmak
gerekiyor.
Okul aile birliği veya koruma derneği veya öğrenci örgütleri. Dolayısıyla onların
da farklı olarak temsil edilmesi gereklidir.
TÇ – Hem öğrenci temsilcilikleri var hem de öğrenci kulüpleri var
üniversitelerde. Çok güzel çalışıyorlar.
TT – Çok güzel değil mi? Onlar demokrasinin temelini
oluşturuyorlar. Seçimler yapıyorlar. Şimdi böyle düşündüğünüz zaman, bir
üniversitedeki tarafları düşünmeye çalışıyorum da başka kimler var, diye. Tabii
bir üniversite söz konusu olduğu zaman yerel idareyle çok yakın ilişkileri var. Yani
Beşiktaş Belediyesi veya Anakent Belediye başkanlığıyla mutlaka üniversitenin
yakından bir takım ilişkileri olması lazım.
TÇ – Belki YÖK ile ilişkisi var.
TT – YÖK’le ilişkisi var tabii. Müfredat olsun, bazı kurallar vs.
gibi. Böylelikle aşağı yukarı ideal sayı diye çok bir şey söylemek istemiyorum
ama yaklaşık otuz beş, kırk beş arasında değişen bir katılımcı sayısı oluyor.
Bu sosyal ada dediğimiz yerde yapılan her toplantı, böyle resmiyetten
uzaklaştırılmış bir şekilde yapılıyor. Tercihen iki tam gün sürüyor, çoğu
zaman geceleri de sürüyor. Onun niye öyle olduğunu da söyleyeyim. Buraya
katılanları, dikkat ederseniz çok farklı kesimlerden seçtik. Bu farklı kesimlerden
gelen insanlar muhtemelen bu tekniğin uygulanmasına genellikle ilk defa katılmış
oluyorlar. Beyin fırtınası vs. gibi teknikleri ilk defa görüyorlar. Bu kadar yoğun
çalışmanın bir bölümü bu konularda bir ısınma amacını gerçekleştiriyor.
TÇ – Evet, ama haklılar. Ben ki çok fazla konferansa, panele
giderim. Çok da severim. Eğer katılacaksam, katılabileceksem ki çok istiyorum
biliyorsunuz, ilk defa böyle uygulamalı bir etkinliğe katılmış olacağım.
Türkiye’de var mı? Çok nadir yapılıyor. Son yıllarda gittikçe artıyor ama... Bir
iki tane basından duyduğum var. Örneğin, “özgün yazı” yazarları var ya da
reklamcılar derneği onlar kendi içinde çok özel yapıyorlar. Dışarıya açık
değil böyle şeyler. Halka yönelik değil.
TT – Onun da biraz eleştirisine girebiliriz. Beyin fırtınası
denilen teknik genellikle insanların bir araya toplanıp rastgele fikirlerini
söyledikleri etkinliklere deniyor. Beyin fırtınası ilkeleri ve kuralları olan
yaratıcı fikir üretme yöntemidir.
İlkeleri (1) geciktirilmiş (askıya alınmış) değer yargıları, (2) çok sayıda
fikir içinde işe yarayacakların daha çok olması olasılığıdır.
Kuralları ise şunlardır: (1) Fikirler eleştirilemez, ancak aksi fikri olan varsa o da
ayrıca beyan eder, (2) Çok fikir istenilir, (3) Fikirlerin birbirine basamak yapması,
yani çağrıştırması istenir ve (4) her türlü fikir özgürce dile getirilir.
Dolayısıyla ilk defa katılanların bu ilke ve kurallara uyum sağlamaları için yoğun
çalışılması gerekiyor. İkincisi de katılımcıların paradigmalarının
parçalanması gerekiyor. Yani oraya gelen insanlara kendilerinin değer yargılarının
unutturulması –bir süreliğine askıya alınması- gerekiyor. Bunun için, bazı
sunumlar yapıyoruz, örneğin film gösteriyoruz.
TÇ – Yani bu sunumlar nelerdir, bir öykü mü, nedir? Bilimsel bir
şey mi, belgesel gibi bir şey mi? Kısa metrajlı filmler mi? Konusu nedir?
TT – Ortak akıl üretilmek istenilen konuya göre seçiyorum. Bu
ilginç bir klip, bir metafor, bir yazı ya da film olabilir. Yeter ki dünyanın bizim
gördüğümüzden farklı da görülebileceği konusunda katılımcıları
etkileyebilsin. Diyebilirim ki her Soru Konferansı için ayrı tasarım yapmak gerekiyor,
aynen ısmarlama elbise dikmek gibi.
TÇ – Yazdığım yazıları yayınlamadan önce 4 – 5 kez okurum.
Yayınladığımda bakarım ki bir yanlış var. “Yaptım” diye okuduğumu
“yaptı” yazmışım. Ama beynim onu “yaptım” okuyor. Çünkü öyle
düşünüyorum. Böylece yazı eksik bile olsa bildiğim doğruyu okuyorum. Resim içinde
bu söz konusudur. Göz alışır. Onun için bırakılır, göz, beyin başka şeylere
yöneltilir. Belirli bir süre sonra resminize döndüğünüzde yeni bir gözle
bakarsınız. Düzeltmeler o zaman olur işte.
TT – Biz onu “yaptım” diye okumak zorundayız. Doğrusu öyledir
diyor, sizin paradigmanız o.
TÇ – Bir bakıyorum ki “yaptım” yapmış beynim onu… Sizin
dediğinizi yaşadım bu şekilde çok yakında.
TT – Yakında internet’ten bir test geldi. Çok çarpıcı bir
şeydi. Dört beş kelimelik bir şey. Diyor ki, aşağıdaki cümlelerde kaç tane “f
“harfi geçiyor? Saydım. Aşağıda cevapları var. Eğer verdiğin cevap üç taneyse
yanlış diyor. 6 tane var. Tekrar saydım üç. Bir daha, bir daha saydım üç tane var.
Sonradan aldım karşıma baka baka. “Of” var ya onların “f” lerini okumuyorum.
Onları kelimeden saymıyorum ben. Düşünebiliyor musunuz, diğer kelimelerin
içlerindeki “f” leri sayıyorum. Onlar üç tane. Halbuki üç tanede “of” var.
“..nın” anlamında olan “of”ların “f” lerini neden saymıyorum? Şimdi benim
paradigmam; aranan sözler tam sözcüklerin içinde bulunur, bağlaçların içinde
bulunmaz. Böyle bir paradigmam var. Bu paradigmanın yıkılması gerekiyor.
TÇ - Sunumlar, filmler bu nedenle gösteriliyor.
TT - Evet paradigmaları yıkmak gerekiyor ki orda hep bildiklerimizi
tekrarlamayalım. Önyargılardan arındırmaktır önemli olan. Bazılarında böyle
kısa hikayecikler var. İşte o meşhur bir gelincik hikayesi var ya. Orman civarında
yaşayan eşi ölmüş bir kadın. Ve hamile. Çocuğu doğmuş ve kocası da ölmüş.
Çocuğunu doğuruyor. Yalnız. Orman kenarında kapıya da ikide bir, bir gelincik
musallat oluyor. O da evcil hale geliyor zaman içinde. Gelincik vahşi bir hayvan. Kadın
hiç bir zaman çocuğunu yalnız bırakıp gitmiyor. Fakat bir gün mecbur oluyor, kısa
bir süre evden ayrılmaya. Çocuk yalnız kalıyor. Geldiğinde bakıyor ki kapının
önünde gelinciğin ağzı kan içinde. Kadın zaten korkuyor, “bu hayvan benim kıza
bir şey yapar,” diye ve gelinciği tuttuğu gibi duvara vuruyor ve parçalıyor.
TÇ – Çocuğu görmeden.
TT – Çocuğu görmeden. Ondan sonra çocuğun ağlamasını duyuyor.
Birden fırlıyor içeri bakıyor ki çocuğun yanında kocaman bir engerek yılanı yerde
parçalanmış. Çocuğu korumuş gelincik. Ön yargılar ne kadar insanı kötüye
yöneltiyor. Bu olay hayvansever olarak beni çok etkiledi. Buna benzer çok örnek var.
İnsanı çok etkiliyor böyle bir şeyler. Bütün hep o alışkanlıklardan dışarı
sıyrılabilmek önemli tabii. Bu çok kolay bir şey değil esasında. Bir film
göstererek bir hikaye anlatarak kalıpların dışına çıkartmak pek mümkün değil.
Birisine diyorsun ki, “sen şu andan itibaren bir kara böcek gibi düşüneceksin.”
Öyle bir roman var. Adamın biri kara böceğin gözünden bütün yaşamını yazıyor.
Müthiş bir şey tabii. Çok büyük bir beceri bu. Ne olursa olsun yine bir insan gibi
bakıyordur ama. Yani ne kadar ondan sıyrılıp bakabiliyor. Şimdi oraya katılanlardan,
öğrencilerden belki kendini rektörün yerine koyup konuşmasını, öğretmenin yerine
koyup konuşmasını, öğretmenin öğrencinin yerine koyup konuşmasını istiyoruz.
TÇ – Şu bayramlarda oluyor. Milli Eğitim Bakanı olan çocuklar...
TT – Bu alıştırma safhası en az bir yarım günü alıyor. Onun
için bir tam gün yerine iki tam gün gerekiyor. Bir de tabii bu işin akşamı var hatta
geceleri de kullanıyoruz genellikle. Yemekten sonra da oturuyor, konuşuyoruz.
TÇ – Bu sosyal ada denilen yerde kalınıyor öyle mi?
TT - Evet
TÇ - Yani evime dönemeyeceğim.
TT – Dönemiyorsunuz. Yani iki günse eğer. Bir günlük olanlarda
dönüyorsunuz tabii.
TÇ – Yok, ben iki günlüğü kastettim.
TT – İki günlük olanlarda isterlerse dönebilir insanlar.
TÇ – Ama orda kalınıyor ve orda bir şey yapılıyor değil mi?
Aklım orada kalır, neler yapılıyor, diye.
TT – Bir kere bu süreklilik, iş için kullanılıyor. İnsanlar
arasındaki buzu eritmek için kullanılıyor. Kıyafet, unvan vs. hepsini
sıfırlıyoruz. Hiç kimseden erkekse kravat, kadınsa çok resmi bir şey giymemesini
istiyoruz. Çünkü kravatlı birisine hitabınızla, kravatsız birisine hitabınız bile
birbirinden farklıdır. Birisine, “Sayın ÇELLEK” dediğiniz zaman başka bir anlam
taşıyor. “Tülay hanım” dediğiniz zaman başka bir anlam taşıyor. “Tülay”
dediğiniz zaman daha başka bir anlam taşıyor. Orada bütün bu unvan vs. hepsini
unutuyoruz. İnsanların bir bölümü çok zorluk çekiyorlar. Ve amir memur ilişkileri
varsa… Diyelim rektör geldi yanınızda duruyor. Ertesi gün Sayın Rektör bey veya
bir şey demek eğilimindesiniz orada biraz zorlanıyorsunuz veya filan başkanı diye
hitap ediyorsunuz. Şimdi Ahmet, Ayşe diye hitap etmek gerekiyor. İnsanlar çok
istemiyorlar ama zorlayarak da olsa yapıyorsunuz. Herkesin göğsüne küçük ismini
yazıyoruz. Bende onlara öyle hitap ediyorum Onlarda bana küçük adımla hitap
ediyorlar. “Tınaz” diye. Buna önce bir yarım saat kadar, efendim soyadınızla
hitap etsek , sayın desek, hocam desek… Hayır.
Dolayısıyla bu paradigmayı yıkmak, bariyeri yıkmak, kendini rahat hissettirmek iki
güne yayıldığı zaman daha rahat oluyor. Yemek yerken herkes birbiriyle konuşuyor.
TÇ – Öğlene kadar bu şeyler… Buzları kırmak – eritmek vs .
TT – Birde tanışma olayı var. İnsanlar birbirlerini tanımıyorlar.
Tanışma için çeşitli yöntemler uygulanıyor. Çok çeşitli teknikler var. O konuda
yöntem bir tane değil. Her moderatörün ayrı tekniği olabiliyor. Örneğin ben bazı
sorular soruyorum. Birazda soru sormaya alışsın diye, “şu kapının dışında 1000
yaşında ve ak sakallı bilge birisi olsa ve her şeyi bilse ve bir tane soru sorma
hakkınız olsa, ama böyle fal baktırmak gibi değil. Ben zengin olacak mıyım,
yarınki sınavdan geçebilecek miyim değil de, merak ettiğiniz neyi sorarsınız?”
Bundan şunu gördüm ki insanların çoğunda gerçekten merak ettikleri şeyler ya yok
ya da hiç düşünmemişler. İnsanın merak ettiği bir şey olabilir. Mesela ne bileyim
kara delikler nasıl yutuyor olabilir, ben örneğin şunu çok merak ederim; “bu
öğrenme işi nasıldır?” Bunun tekniğini öğrenebilsem yarın hemen oturur
örneğin İspanyolca ya da aikido öğrenmeye başlarım.
TÇ – Yaratıcılığı bilimsel olarak çok daha ayrıntılı
öğrenmek isterdim doğrusu. Bir de çocukluk anılarımı ayrıntılı anımsamayı arzu
ediyorum. Ve onları bu deneyimlerimle ele alıp yazmak…
TT – Siz bunu merak ediyorsunuz. Herkesin vardır böyle merak ettiği
şey ya da olması lazımdır, diye insan düşünüyor. Bu bir tanışma yöntemi. Önce
katılımcıların kendisini tanıtmasını istiyorsunuz. Arkasından da bu soruyu
soruyorsunuz. Buna “buz kırma” deniyor. İnsanları birbirine kaynaştırıyorsunuz.
Hem o resmi taraftan, çatık kaş, tok ses işinden kurtarıp biraz daha gündelik
hayatın içine sokuyorsunuz. Bunlar bittikten sonra, bütün sistem ortak akıl yürütme
işi ve doğru soru üretme üzerine kurulu. Dolayısıyla İnsanlar soru soruyorlar ama,
doğru soru sormak farklı bir şey.
TÇ – Soru sorma konusunda belirli bir konu var mı? O konu üzerine mi
soru üretiyorsunuz?
TT – Hayır, doğru sormak genel bir teknik. Hani nasıl güzel yazı
yazmak veya resimdeki temel çizgileri temel elementleri öğrenmek nasıl jenerik bir
şeyse onun gibi.
TÇ – Tekniği anladık. Peki ondan sonra özel bir konu üzerinde
örnekleme yaşatıyor musunuz?
TT – Orada bir örnek veriyorum. Bir sunum var o sunumun içinde
örnekler de var. Yani doğru bir soru, eğri bir soru nasıl olur? Tabii birdenbire
insanlara bunu söylediniz diye o üslubunu terk edip de hemen doğru sorular sormaya
başlamıyor. Bu uzaydan gelen, tanrıdan gelen bir şey, bir vahiy gibi aniden olmuyor.
Ama en azından ağzından
çıkmaya başladığı andan itibaren hangi sorular doğrudur, hangi sorular doğru
değildir, bunları yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Yani üç tane özelliği var
doğru bir sorunun. TÇ – Evet tekil olacak, belirli olacak, net
olacak.
TT – Doğru. Örneğin şimdi diyelim ki, bir soru konferansı
yapıyoruz. Öğrencilerimiz var, öğretim üyelerimiz var vs... Ortada çözmek
istediğimiz sorun şu olsun; ezbere dayalı ders işleme yöntemi yerine daha yaratıcı,
öğrencinin katılımına dayanan acaba ne gibi yöntemler olabilir ve bunu nasıl
uygulayabiliriz?
Bu sorunu çözebilmek için önce bu sorunu sorulara çevirmemiz lazım. Hangi sorular
üretilebilir? Bir katılımcı böyle bir soru üretse, dese ki, ders içinde öğretmeni
fazla yormayan öğrenciyi de fazla hırpalamayan, müfredata uygun yaratıcı ve aynı
zamanda belleğe çok fazla dayanmayan soru sorma yöntemi ne olabilir? Bu makbul bir soru
yöntemi değil. Niye? Çünkü sorunun içinde birkaç tane soru birleşmiş durumda.
Daha küçük parçalarla ayırıp tek tek sorular sorulmasını istiyoruz. Örneğin
Ezbersiz ders işlemek nasıl olabilir? Ders işleme ve yaratıcılık ne demektir? Takrir
metodunun alternatifleri var mıdır? Varsa nelerdir? gibi. Bunlar tekil soru, tek, tek
konuya uygun sorulmuş sorular. Böyle birbirine birleştirilmiş (ve), (ile) gibi
bağlaçlarla eklemlenmiş soruların birden fazla cevapları olabilir ve o cevaplar
birbirine karşı da olabilir; bunun için tekil olmasını istiyoruz.
Bu noktada bir hatırlatma yapayım. Soruları tekil olarak sorma zorunluğu kişilerin
soru sorma, üretme haklarını kısıtlamıyor. Çünkü bir kişinin belli bir hakkı
yok, istediği kadar söz alıp istediği kadar soruyu sorabilir. Hatta daha da soruyoruz,
“söyleyecekleriniz bitti mi, son söyleyeceğiniz var mı?” diye. Hiçbir zaman da,
“şimdi artık bu konu kapanmıştır, bundan sonra onunla ilgili bir şey
söyleyemezsiniz” gibi bir şey yok. Özgürlük ve yaratıcılığı teşvik var orada.
TÇ – Soruyoruz dediniz. O zaman siz yalnız değilsiniz. Başkaları
da mı var orada?
TT – Hayır, moderatör bir kişi , ona kolaylaştırıcı da diyoruz.
En iyi moderatör, mümkün olduğu kadar görünmeyen, en az karışan, insanları
etkilemeyen olması lazım. Bu bir ideal tanım, gene de bir miktar karışma oluyor.
TÇ – Bir şeye takıldım. Çok güzel konu hakikaten beni bu konuya
yönlendirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Hep panellere gidiyorum, böyle şeyler
olmuyor demiştim ama, şimdi daha barizleşti bende olay. Böyle şeyler oluyor ama
şirketler kendi aralarında yapıyor. Sizde katılımcılar için o kadar titiz seçim
yapıyorsunuz ki. Benim gittiklerim hep halka açık olan, basından duyduklarım.
Bunlarda, bu tür bir uygulama yok. Şimdi benim yaptığım seminerler de aslında halka
– herkese açık. Bu tür, belki benzeri bir uygulamayı daha farklı boyutta
yapıyorum. Çok şaşırıyor katılımcılar. Ama ilginç geliyor yaşadıklarında.
Gösterdiğim saydamlar üzerinden fikir ürettiriyor ya da öykü kurduruyorum.
Gördükleri ile yaşam arasında ilişkilendirme yapmalarını istiyorum. Anlatmak yerine
yaşatmak söz konusu… daha kalıcı oluyor.
TT – Zannediyorum, siz çok etkilenirsiniz böyle bir şeye
katıldığınız zaman. Mesela genellikle ilk defa katılan insanlar bir konuda uzman ise
herkesin kendisini dinlemesini istiyor. Yani “siz bir dakika durun,” diyor. “Ben
size işin doğrusunu bir anlatayım.” Burada buna izin vermiyoruz. Sonsuz sayıda
konuşma hakkınız var ama, mesela herkese konferans verme hakkınız yok orada. Yani bir
kişi esir alıyor herkesi, kendini dinletiyor. Ona izin vermiyoruz, hatta diyoruz ki,
“mümkünse on, en çok da onbeş kelimeyle sınırlı şekilde sorularınızı
sorun.” Ayrıca kimseye hakaret edecek, kimseyi aşağılayacak sorular soramazsınız.
Yani orda birisini gösterip, örneğin bir kurumu işaret edip , “böyle bir rezil
kurum olur mu?” Bu bir soru formatında ama esasında hakaret ediyor. Böyle şeylere
izin yok orada. Burada bir beyin fırtınası yapıyorsunuz. Hiçbir sınır yok beyin
fırtınasında kurallardan bir tanesi hiçbir sınırlama yok, sorulabilecek sorularla
ilgili. Sayı konusunda da hiçbir sınırlama yok. İstediği kadar soru adayı
üretilebilir.
isteklerimizden bir tanesi de kimseye hiçbir yolla, kırıcı, caydırıcı bir işaret
vermeyecek yani gülmek, alay etmek yok. Çünkü bazı insanlar yırtıktır hiç
aldırmayabilir. Bazıları ise başkasının imalı bakışından dahi susar ve orada
pasif olarak kalır.
TÇ– Öğrencilerde bu çok var. Eğitim sisteminde çoğu kez öyle
yetiştiriliyor. Ya alay edilerek ya aşağılanarak. Sonra da kendine güveni
sarsılıyor.
TT – Çok vardır tabii. Bir şey söylersem ya alay ederlerse, ne
olabilir, diye. Birisi yaptığı takdirde de, bir daha yapmaması için uyarıyoruz.
Tabii orada artık deneyim sahibi olduğum için herhangi birisi az konuşuyorsa onu
konuşturmak için mutlaka gayret ederim. Birisi de egemen olmaya çalışıyorsa
moderatöre, bu hegemonyayı önlemek katılımı sağlamak düşüyor. Bazen
konuşmayanlardan da çok ilginç şeyler çıkıyor.
TÇ – Yaratıcılar çoğu kez içe kapalı mı oluyor?
TT – Evet. Hatta bazen katılımcıların arasına bir de sokaktaki
insanı temsil eden birkaç kişi katmış oluyorsunuz. Onlar genellikle kendilerini bu
işten uzak tutuyorlar. “Bunlar akademik şeyler konuşuyorlar, ben anlamam ki” diye.
Kalabalığın içine saklanma eğilimi oluyor. Onları da deşip bir şeyler
alıyorsunuz. Böylelikle yarım saat veya 100 soru -hangisi önce gerçekleşirse- devam
ediliyor. Başka aklınıza gelen sorabileceğiniz bir şey var mı? Herkes saçma sapan,
zırva ne varsa sorabilir.
Yine deminki örneğimize –derslerin ezbersiz işlenmesi- dönersek, dersin yaratıcı
ezbersiz biçimde işlenemeyişi sorununu en iyi ifade edebilecek sorular neler olabilir?
Konusunda soru üretilmesini istiyorsunuz. Paydaşlar çeşitli sorular üretiyorlar.
Yüz soru, yüzeli soru, bazen iki yüz iki yüz soru üretiyorlar. Bunları da bir
taraftan bir sekreterya anında yazıyor. Herkes sorusunu çok düzgün bir biçimde
–özellikle de başlangıçta- dile getiremeyebiliyor. Tam söylerken düşünüyor,
yarım kesiyor, geriye dönüyor, duralıyor ya da anlamsız nidalar ekliyor; hatta araya
uzun açıklamalar koymak eğiliminde olabiliyor.
Onun için herkese ufak bir bloknot veriyor ve “aklınıza gelenleri ne olursa olsun
şöyle bir not alın ve böylece bir defada çabucak söyleyin ki başkasının zamanı
kayıp olmasın; çünkü, siz buyurun söyleyin dediğimiz zaman, saat çalışmaya
başlıyor. Siz başkasının zamanını kullanıyorsunuz.”
TÇ – Derslerimde de dediğiniz gibi, bir öğrenci fikir ürettiğinde
başka bir öğrenci diyor ki, “hocam aslında böyle düşünmemiştim ama biraz önce
konuşan arkadaşımdan çıkışla bende şöyle düşündüm, bir fikir geldi
aklıma.” Bunu derslerimde sıkça yaşıyoruz. Buna fikrin dallanıp, budaklanması,
çiçek açması diyorum. Bu çok hoşuma gidiyor.
TT – Onu çok teşvik ediyoruz. Merdiven biçiminde fikir üretmek.
Hatırlarsanız biraz evvel beyin fırtınasının kurallarını söylerken bir tanesinin
de çağrıştırma olduğuna değinmiştim. Bu sizin orijinal fikriniz değil ama
birisinden etkilenerek söylüyorsunuz. Bunu çok istiyoruz.
İşte bu şekilde biraz tökezleyerek başlanan beyin fırtınası kısa bir süre sonra
akmaya başlıyor ve bu akım insanların çok ihtiyacı olan “kendini özgürce ifade
edebilmek” ihtiyacına karşılık geldiği için çok da hoşa gidiyor.
Bu arada uçuk sorular da olabiliyor ve biz bunları özendiriyoruz. Çünkü uçuk ya da
uçuk gibi görünen sorular birkaç çağrışımdan sonra çok yol açıcı sorulara
dönüşebiliyor. Örneğin birisi diyor ki, “efendim balon yapalım, balonun altına
sepet olsun, sepette dersleri yapalım”. Buna hiç kimsenin–istihza, küçümseme
bağlamında- gülmesine izin vermiyoruz. Belki buradan hareketle derslerin açık havada
yapılması ve bunun da beynin oksijen kullanım verimini artırabileceği gibi bir fikir
doğabilir. Nitekim eski Yunan’da açık hava akademilerinin belki de nedeni buydu.
TÇ – Evet uçmak lazım. Oradan başka yerlere çağrışımlar
olabilir.
TT – Oradan başka yerlere çağrışım yapabilir, saçma olabilir ama
bu saçma görünüşlü fikir daha az saçma ya da çok akıllıca başka şeylere yol
açabilir. Böylelikle yüzün üzerinde fikir üretiliyor. Ondan sonra bu iş bittiği
anda, tamam dedikleri anda sekreterya bunların hepsini bir kağıda hemen dökmüş
oluyor zaten. Bas dediğimiz anda fotokopiyle çoğaltılıyor. Orada fotokopi makinesi de
yanımızda oluyor. İnsan sayısı kadar çoğaltıp veriyoruz.
Ondan sonra ikinci evre başlıyor. Diyorsunuz ki şimdi sizi gruplara ayırıyoruz.
Yaklaşık sekiz, on gruba ayırıyoruz. Bu numara sayarak oluyor ama gruplaşma rasgele
ayırılıyor. 1, 2, 3, 4...11, ......1, 2, 3, 4...11. Birerli grup ikişerli üçerli
grup olabilir. Her grup kendine bir isim veriyor. Kediler, ayılar, kelebekler,
çirkinler, güzeller gibi…
Ondan sonra o salondan çıkıyorlar. Kendilerine ayrı yerler belirliyorlar, özgürce.
Bunlar beş altı kişilik gruplar halinde. Her birine bu üretilmiş olan fikirleri
veriyoruz. Ve kendilerinden şunu istiyoruz. Diyoruz ki; “şimdi bu 100, 150 kaç tane
fikir varsa bunların arasından sizce en işe yarayan, ortada tartıştığımız sorunu
en iyi betimleyeceğinize inandığınız –örneğin- beş soruyu seçin. Yalnız bu
arada lütfen mümkünse oylama yapmayın”.
Çünkü oylama çok demokratik görünmesine rağmen kolaycı ve tartışmayı yok eden
bir yöntem. Oyladığınız zaman birinci soruyu kim istiyor, herkes elini kaldırıyor,
ikinci soru için eller kalkıyor iki dakikada bitiyor olay. Halbuki öbür türlü
tartışıyorsunuz. Yarım saat veya yirmi dakika süre veriyorsunuz. İçlerinden
birisinin de grup lideri olmasını istiyorsunuz. Onlar kendileri seçiyorlar. Grup
liderinin emredici bir görevi yok. İki görevi var: birisi zamana sahip olmak. Örneğin
yarım saatse, tam yarım saatte bitirmek. İkincisi de herkesin katılımını
sağlayıp, olası egemenliklere engel olmak. Birisi lafı eline alıp -ki bunlar
genellikle uzmanlar oluyor-, “içerde izin vermediniz şimdi arkadaşlar, ben bu işi
biliyorum” diyerek herkesi susturuyor. Diğerleri de zaten ihale etmeye çok eğilimli.
“Hocam sen biliyorsun bu işleri hadi şimdi sen hallediver...” gibisinden
tartışmayı, dolayısıyla da ortak akıl üretimini bir kenara bırakıyorlar. Bu
yüzden oylamaya pek sıcak bakmıyoruz.
TÇ – Yani “biz arkandan geliriz”, değil mi?
TT – Evet, “biz arkandan geliriz”. Biz buna kesinlikle izin
vermiyoruz. Böylece tartışmalar sonunda ortak akıl bir kristal netliğinde orada
ortaya çıkmaya başlıyor. Ve sorunu en iyi ifade edebilecek beş soru üretilmiş
oluyor. Gerçekten her defasında bunu gördüm ki, ne kadar uçuk sorular da olsa,
sonunda çok akıllıca sorular ortaya çıkmış oluyor. Şimdi bir sorunun, net olmayan,
buğulu bir sorunun çok net sorulmuş belirli, tekil, net hale getirilmiş bir beş tane
soru haline getirilmesi son derece kolay oluyor. Beşe indiriliyor. Esasta burada sorunu,
soruya çevirmiş oluyorsunuz. Ezbersiz yaratıcılığa dayalı bir eğitimi nasıl
yaparız, diye böyle karışık bir şey beş tane soruya dönüştürülmüş oluyor.
TÇ – Sonra yanıt arıyorsunuz.
TT – Ondan sonra yine grupları görevlendiriyorsunuz. Bu sefer beş
soruyu yanıtlamalarını istiyorsunuz. Katılımcılar beş sorunun hepsine cevap
veriyorlar. Ondan sonra sekreterya hemen bu yanıtları çoğaltıyor fotokopiyle. Birinci
sorunun 5 ayrı cevabını birinci gruba, ikici sorunun 5 cevabını ikinci
gruba,…böylece tüm cevaplar artık birer ihtisas grubunda toplanıyor.
Her gruptan, ellerindeki beşer cevabı konsolide edip teke indirmeleri isteniliyor.Yani
beş tane cevaptan, bir tane cevap üretin. Her birinin iyi taraflarını, işinize
yarayan taraflarını alın böylece zenginleşmeye başlıyor, konsantre ediyorsunuz
cevapları. Tabii ben çok özetle anlatıyorum. İkinci günün sonunda sorunu sorulara
çevirmiş ve her birinin cevaplarını ortak akılla vermiş oluyorsunuz. Ondan sonra
beyin fırtınasıyla son bir soru daha soruyorsunuz. Peki diyelim ki cumartesi, pazar
günü yaptınız bu işi pazartesi sabahleyin ne yapardınız? Bunu eylem planına
döküyorsunuz. İlk adımda neleri atacağız? Yani doğru bir şey bulduk ama , ne
yapalım neresinden başlayalım, diye. Diyorlar ki çalışma grubu kuralım ve benzeri
öneriler… Epey cevap üretiyorlar. Bu cevaplar çok sertse gene süzüyorsunuz. Yok
değilse aynen bırakıyorsunuz. Soru konferansı dediğimiz sürecin uzunca özeti
böyle. Ve ortak akıl yürütme işi bu.
Buna şuradan geldik; marketteki piller yan yana durduğu sürece veya insanları yan yana
oturttuğunuz sürece katma değeri yüksek bir cevap alamazsınız. Onda da böyle bir
teknik uyguladıktan sonra; birinin eksisini diğerinin artısına kablolarla bağlamak
gibi… Kabloyla bağladığınız takdirde katma değeri yüksek değerlikli düşünce
elde edebilirsiniz. Yoksa ben fikrimi söylerim, siz fikrinizi söylersiniz. Ama daha
yüksek bir şeye varamayız. Ama sizin söylediğinizden benim etkilenmem, sonra da benim
size bir katkıda bulunmam için bir teknik uygulanması lazım, Soru Konferansı işte bu
işe yarıyor. Etkileşebilme kabiliyeti gelişimin gerçek anahtarıdır ( http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=18
).
TÇ – Siz konuşurken düşündüm. Sizinle böyle bir çalışma
yapabilir miyiz? Üniversitelerde böyle bir çalışma yok. Çok muazzam bir şey bu.
TT –Ayhan Alkış Bey rektör iken üniversiteler arası kurul
başkanıydı. Ve o zaman YÖK’le hükümet kurulu arasında birtakım nizalar vardı.
Bizzat benden böyle bir şey istedi. Yani bir “ortak akıl” çalışması istedi ve
çok da çalışarak bir tasarım yaptık. Sonradan ne olduysa, istemediler öyle bir
şey. Kendileri karar verdiler bunun arkası gelmedi. Biz ön çalışmaları yapmakla
kaldık. Uygulamadık yani. İstemediler böyle bir şey. Hala çok yanarım ki şimdi
size bir örnekte vereceğim. Benim bu konuda bir de yazım var.
Bakın size bir örnek vereceğim. Adresi, faks numarası, telefonu, mail adresi makalemde
vardır. Adı da, “Sosyal İcatlar Enstitüsü ve Ağlayan Bakan”idi. Merkezi Londra
da “Sosyal İcatlar Merkezi” diye bir enstitü var. Ama bu enstitü sanal bir kurum,
Binası, personeli filan yok. Sadece bir oluşum. 7 - 16 yaşındaki çocukların
oluşturduğu bir kurum. Amacı da çocuklar arasında yaratıcılığı teşvik etmek,
toplumun hem sosyal sorumluluğunu hem de yaratıcılığı teşvik etmek. Çocukların
toplumda rastladıkları sorunlarla ilgili bir şeyler yapmalarını sağlamak.
TÇ – Burada adresi var mı? Onu alabilir miyim?
TT – Tabii, bana bir mail atarsanız (tinaz@tinaztitiz.com) yollarım.
7 - 16 yaş arasındaki çocukların sorun çözme pratiklerini geliştirmeleri için
oluşturulmuş bir enstitü. 7 yaşındaki çocuklar oturmuşlar kendi aralarında hangi
sorunlar için çözüm arayalım diye beyin fırtınası yapmışlar. Ve bu beyin
fırtınasının sonunda ortaya çeşitli fikirler atılmış. Bu fikirlerden sokaktaki
köpek pisliklerinin en önemli sorun olduğu konusunda uzlaşılmış. Çünkü bunlar
ufak çocuk oldukları için bastıkları yere pek dikkat etmiyorlar ve o pisliklere
basıyorlar. Dolayısıyla evde sorun oluyormuş böyle bir şey. Anneleri kızıyorlar.
Bunu sorun olarak seçmişler.
Ondan sonra çözüm safhasına gelelim. Bu sorunu birilerinin, belediyenin dikkatini
çekebilmek için bir yöntem aramışlar. Bunu da beyin fırtınasıyla; A4 kağıtlara,
“biz köpek pisliklerinden nefret ediyoruz” diye yazıp, notu motosikletli kuryelerin
sırtlarına yapıştırmışlar. Ve bu belediye meclisi üyelerinden birinin dikkatini
çekmiş. 7 yaşındaki çocukları toplantıya çağırıyorlar. Dolayısıyla toplantı
adabı nedir, çocuklar onları öğreniyorlar. Gitmeden evvel toplantıya nasıl gidilir?
Diyorlar. Fikirlerinizi bir kağıda yazın oraya götürün. Dolayısıyla çıkarken
kağıt üstünde yazılı bir şey bırakın diye gidiyorlar. Belediye Meclisi makul
görüyor bunların önerilerini. Bunlara £25 kadar bir ödenek veriyorlar,
çalışmalarının verimini artırmak için belediye özendiriyor yani.
Ve sonunda her parkta köpekler için ayrılmış köşeler yapılıyor. Bir sosyal sorunu
çözebilmek için çocuklar katkıda bulunmuş oluyor.
Bunu da şuna bağlamışım. Bir orman yangını olmuştu, orman idaremizin üst düzey
yetkililerinden birisi çalı vurarak orman yangınını söndürmeye çalışıyorken
zehirlendi, bir bakan da bundan etkilenerek ağlamıştı.
Ben de şöyle yazmıştım: “beyin fırtınası yaparak sorun çözebilen çocuklara
saygı duyuyorum, şapka çıkarıyorum önlerinde; orman yangınını çalı vurarak
söndürmeye çalışanlara ve onlara ağlamaktan başka yapabilecek bir şeyi olmayanlara
ise saygı duymuyorum”.
Onun için tabii ki çocuklarımızın bu tip tekniklerle yetişmiş olması çok önemli.
Bence her öğretim üyesinin, her öğretmenin sınıfında lüzumlu veya lüzumsuz
çeşitli konularda ortak akılla bulunacak şeyleri bu tip beyin fırtınalarıyla
yapmasında çok yarar var. Çok da basit bir yöntem, herkes yapabilir. Parayla pulla
vesaire ile yapılan bir yöntem değil. Evet beyin fırtınası, ortak akıl meselesini
galiba iyice işledik. Rastgele insanları yanyana her gün her yerde görüyoruz.
Oturuyorlar toplantı yapıyorlar. Bunların hiçbir öneminin olmadığını vurgulamak
için söylüyorum. Bunlar bir ortak akıl üretmiyorlar. Sadece içlerinden zamanın
geçmesini diliyorlar. Başka da bir şey yok. Bunu herkes bir düşünsün. Bir katma
değer üretilmediğini düşünsün.
Söyleşinin devamı için tıklayın
Öğr. Gör. Tülay Çellek
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi (SANTAS)
e-posta:
tcellek@yildiz.edu.tr
web: http://www.tulaycellek.com
netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın
organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir.
Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link
verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.) |
|