| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları

24.11.2005 Nesrin Özyaycı - netyorum.com / Sayı: 164

GİZEM

Zamanı uçsuz bucaksız bir denize benzetirim hep. Vaktini, zamanın bir yerine takılarak geçiren insanların yaşamlarının bir geminin hareketleri gibi olduğunu düşünürüm. Herkes yaşadığı en güzel anda demirlemek ister, ama rüzgarın zamansız esişini o andan uzaklaştıklarında fark ederler. Zamanla o anları düşünüp tekrar yaşar gibi anlatırken, yüzlerine ışıl ışıl bir güneş yerleşir.

Benim de demirlemek istediğim anlar oldu, ama geldiğim yer ile ulaşmak istediğim liman arasında demir atmam yasaklandı. Yol uzadıkça yaşamım kısaldı; bedenim düşüncelerimle birlikte eridi, gitti. Yaşamı da gecikerek yaşadım, dersin başını kaçıran bir öğrenci gibi. Öğretmenimin anlatmaya çalıştığı konuyu çok sonra yeni baştan kendim çalışarak ancak öğrenebildim.

Şartların etrafıma ördüğü demir parmaklıklı bir çevrede yaşıyordum. Hayatım, koşuşturmalar arasına kilitlenmişti. Toplum, işim, eşim, çocuklarım, çevrem ve gelenekler, yaşadığım çevrenin demirden kilitleriydiler, açılmaları olanaksız, anahtarları içinde kırılmış... Açmayı hiç denemedim. Yaşadığım konumda düşünemediğim, düşünmeye cesaret edemediğim mutluluktu parmaklıkların dışı.

Alışkanlık haline gelmiş, günlük sıradan başarı hikayeleriyle kendimi avuturken, gece yarısı çalan bir telefonla, dışarıda bir yaşam olduğunu sezdim. Sürpriz bir gizemi, gece yarısı çalan bir telefonla yakalamaya çalıştım.

Salondaki saat, gecenin en sakin anını gösteriyordu. Babamın bir yılbaşı gecesi, çeyizime koymam için hediye ettiği, ceviz oymalı, Maraş işi, çiçekli motiflerle süslenmiş oyma sehpanın üzerinde duran telefona doğru ilerledim. Telefonun sesi, geceyi bölen bir kadın çığlığı gibiydi sanki. Perdenin aralığından içeriye sızan ay ışığı, sehpanın güzelim motifleriyle bir gölge oyununa girişmişti. “Umarım beğenirsin kızım...” demişti babam sehpa için. O an gözlerinde çakan parıltı odayı aydınlattı, içimi ısıttı yine. “Nasıl beğenmem babacığım!” demiştim.

Sehpanın alındığı yılbaşı gecesi. İhtilal yılları. Bir çok kişi gibi listede benim de adım vardı. Görevime son verilmişti. İyiyle kötünün iç içe geçtiği yaşamımdaki en farklı yeni yıl kutlamasını yaşadım o gün. Zaten iyi ve kötünün ayrıldığı anlar, yaşamımın dönüm noktaları oldu hep.

Telefon delice bir telaşla çalıyordu, kimdi acaba? Bir sıkıntı kapladı içimi. Bir sorun mu vardı acaba? Bir kara haber?

“Alo? alo?
“...”
“Buyurun, kimi aramıştınız?”
“...”
“Alo, alo, alo…”

Gecenin bu saatinde birilerinin ya soğuk bir şaka yaptığını ya da yanlış bir numara çevirdiğini, sesimi tanımayınca da telefonu kapattığını düşündüm. Rahatladım biraz, herkesin başına gelen olağan yanlış numara durumlarından biri olmalıydı. Sesimi dinledi, tanımayınca kapattı. Belki bir telefon sapığıydı. Telefon sapıklarına aşinaydık artık. Perdeyi açarak ay ışığını içeri davet edecektim ki, vazgeçtim. Bir anda, kendime telkinler vererek rahatlatmaya çalıştığım düşüncelerimin yerini huzurumu kaçıran meraklı sorular aldı. Arayan kimdi acaba?

Birkaç gün sonra, işyerimde bir cevapsız arama daha... Üstelik odam kodlanmıştı.

“Alo? Alo?”
“...”
“Alo, alo...”
“...”

Hattan hışırtılar geliyordu, bu anlaşılmaz hışırtılar çıldırtıyordu beni. Sakin olmalıydım. Zaten günlük hayat sinir sistemimi yeterince yıpratıyordu, bir de bu tip aptallıkların gerilimine kapılarak kendimi bunaltmamalıydım. Bu tip şeyler herkesin başına gelebilir, gibi sözlerle avunmaya çalıştım.

Buğulu, sert, derinlerden gelen meçhul bir nefes alıp veriş sesi vardı telefonda. Adını, gerçek kimliğini bilmediğim bu şahıs, sanki bir şeylerin arayışındaydı. Yalnızlığını paylaşacağı birini mi arıyordu? Yalnızlık denen o deryadan sıyrılmak için mi yapıyordu bunu acaba? Belki de tanıdığım biriydi.

Hayır hayır, tanıdığım biri neden böyle bir şey yapsındı ki? Huzursuz da olsa içimi tuhaf bir merak duygusu kapladı. Akşamüzeri kızım aradı.

“Anne, sen mi aradın evi?” dedi.
“Hayır kızım.”
“Biri aradı kapattı. Konuşmadı, sadece sesimi dinledi.”
“Takma kafana, önemsizdir. Olur böyle şeyler,” deyip telefonu kapattım, ama merak iyiden iyiye beynimi kemirmeye başladı. Neden, niçin soruları kafamı allak bullak etti.

İşyerimde, başka bir gün. Bu kez dahili hatlardan biri çalıyordu. Kaldırdım ahizeyi, gene aynı senaryo ...
“Alo, alo, sesimi duyuyor musun? Alo, alo...”
“...”

Telefonu kapadım. Adını söylemeye cesaret edemeyen bir yalnızdı kanımca. Son günlerde, netten cep telefonuma numarasız mesajlar gelmeye başlamıştı. Bu durumdan oldukça rahatsızdım. Bu sessiz telefonlar, kafamı iyice kurcalamaya başlamış, içimde derin bir merak uyandırmıştı. Düşüncelerimde fırtınalar estiriyordu. Beni geçmişim ve geleceğim arasında bir sorgulama yapmaya iten bu meçhul kişi kimdi? Ne istiyordu? Sınırlarımı aşan yansımalar, yapılanmalar yaşatıyordu tüm benliğime. Bilemediğim, tanımadığım bir gölge gibi, kimden olduğunu anlayamadığım maillerle şaşkına dönüyordum. Konuştuğum her erkekten şüphelenmeğe başlamıştım, bana “merhaba” diyen her adama, “Bu mu acaba?” demekten kendimi alamıyordum. Değişik ‘nick’lerle bana mail atan bu meçhul adamın yaşam alanıma girmesini engelleyemiyor, yaşamımda büyük bir yer kaplamasına karşı koyamıyordum. Bilgisayarımı açtığımda aldığım mailler beni içimdeki çocukla buluşturuyordu adeta; hani, için içinde hoşuma gitmiyor değildi, sinir bozucu bir hoşnutluk duyuyordum bu maillerden.

Sonra ki günlerde oturdum ve kendi web sitemi yapmaya başladım. Kendimden kimi parçalar katarak, ama kendimi çok ele veremeyerek, keşfedilmeye açık bırakarak... “Gizem,” dedim içimden, gizemli olmalı yaptığım. Yaşam bu: senaryolar, güzel hayaller, dostluklar... Kır çiçekleriyle dolu bir yoldan geçerek içimdeki çocuğu çıkarıp yansıttım. Gerçek yaşamımın dışında, güzel, sırça bir kümes yarattım. Yaşam, bana çok maskeler kullandırmıştı, ne kadar ve niye bu kadar sınırlandığımı anlamaya çalışmak bile güç geliyordu bana.

Bugün bir sessiz telefon daha geldi. Belki de dahili hattımı iptal edip, bana gelen telefonlara önce sekreterim cevap verirse, beni arayanların kim olduğunu öğrenebilirim, diye düşündüm. Evet evet bu iyi bir fikirdi. Ayça’ya bu fikri hemen söylemeli ve hemen uygulamaya koymalıydım. Ayça’nın odasına gittim, kapıyı çaldım. İçeriden, anlayamadığım bir ses geldi. Açtım kapıyı. İçeride, masanın kenarında, köşeye sinmiş, bizim hizmetli Ahmet’in 7-8 yaşlarındaki oğlu. Yaşamın uçurum insanlarına dayattığı ağır şartlar bu insanları oldukları yaştan büyük gösteriyordu. Çocuğun yüzündeki korku, gözbebeklerine yansımıştı, suçüstü yakalanmış bir hırsız misali.

Masadaki kalemliği devirmişti. Bir taraftan kalemleri toparlamaya çalışıyor, diğer taraftan bana bakıyordu. Gözleri, cılız ve esmer yüzünün ortasında beyaz iki nokta gibi parlıyordu. Rüzgara direnen bir fidan gibi titriyordu karşımda. İçim acıdı bir an. Sadece gülümsedim ve çıktım odadan. Koridorda karşılaştığım sekreterime gerekeni söyledikten sonra odama kapandım. Sırtımdaki yükü yere indirmiş bir hamal gibi derin bir nefes aldım. Biraz rahatlamıştım, ama düşünceler peşimi bırakmıyordu. Son günlerde yaşadıklarım beni duygusallaştırmıştı. Küçücük şeylere üzülmeye başlamıştım, deminki olayda olduğu gibi.

Yaşamın beni bir yerlere hapsetmek için bana yakıştırdığı anlamsız sıfatları düşündüm: başarılı, çalışkan, yaratıcı, iş kadını, araştırmacı, bir eş, anne... Bu doygunluk beni boğuyordu. Boğuldukça içimdeki çocuk uyanıyordu, bunu da hissediyordum. Yaşayamadığım çocukluğum, gençliğim, ertelediğim yaşamım filizleniyordu içimde. Her şey için çok mu geç mi kalmıştım yoksa? Anlamaya, anlatmaya, yaşamaya? Yaşadığım dramlar, trajediler, komediler o kadar çoktu ki... Yalnız, çok dublörlü yaşam sahnemde dolu dolu alkışlar ve gözyaşları arasında, başkasına ait maskeli sahte bir hayatı yaşamıştım ben.

Ben de beni arayan isimsiz kahramanımı aramaya başladım. Adresini yanlış veren, adını sanını bilmediğim o meçhul yalnızı aradım. İçimdeki çocukla, ona doğru uzun sanal hatlar döşemiştim: arkadaşım, dostum, öğrencim ve de kadınca duygularımı anlatacağım sırdaşım…

Elimi telefona uzattım. Yüreğimi beynimi uzlaştırmayı başardım. Ancak her aradığımda telefonu ya meşguldü ya da kapalı. Aldığım mesajlar beni uzaklara götürüyor, derin okyanuslara kavuşturuyordu adeta. Gecenin sesi beynimde zonkluyordu. Sanki büyük bir okyanusta büyük dalgalar arasında, düşüncelerimi dengelemeye çalışarak büyük bir heyecanla sörf yapıyordum. Bir an kendimle, kendimi çoğaltarak çoklu sohbetler yapıyordum; yalnızlığımı yine sever oluyordum. Sonra, tünelin ucu yine ona çıkıyordu. Gecenin karanlığından çıkan bu meçhul şahıs bana yaşamı, kendi yaşamımı sorgulatıyordu ve sorgu sürdükçe, o hüzünlü gerçeği daha iyi görüyordum. Gerçeğin etkisi, beni geçmişte yaşamaya başladı. Hayatımın bu anını geçmişe taşıyarak, geçmişi bu günde yaşamaya başladım, yeniden. Böylece ona daha çok yaklaştığımı hissediyordum.

Yaşamımda dalgalanmalar başlamıştı yine. İşime, eşime, aileme farklı bir pencere açmıştım. Havasız kaldığımda içime bahar kokusunu doldurduğum bir pencere oldu bu. Beni uzun süredir meşgul eden bu telefonları anlamaya çalışırken, yaşadığım hayatla yaşamak istediğim hayatı karşılaştırıyordum. Gördüğüm hayatla düşlediğim hayat, beni benden uzaklaştırıyordu. Kendimde bir keşfe çıkmaya başladığımdan beri, kendimi hep ağır bir işçi gibi görür oldum, ama hayatın bilgisinin peşine takılmıştım çünkü. Bilip bilinecek neydi ki? Mum dibine ışık vermez, derler. Dibimde kızgın yağlar hep birikti de eriyip beni yok etmeden, içimdeki çocuk yetişti.

Koşan kadın, fedakar kadın, ezilen kadın, üreten kadın... Yaşadığım ağır yorgunluklar altında doğmayan ve ölmeyecek olan bu çocukla yaşadığım anlar, benim için çok değerliydi. Sürekli çalışmaya olan tutkum, beni hep ağır bir yükün altında ezmişti. Anlamaya, hissetmeye başlamıştım, yaşamı daha çok sevmeğe başlamıştım.
Herkes kendi meçhul arkadaşını aramalı; dostluğu yaşamalı; sevgiyi, umudu birleştirmeli ve güzelliklere ulaşmalı, diye düşünür oldum. Her insan bir inanç yaratmalı, sevgiye inancını. Dostluktan öte, içten, temiz, duygu yüklü, yoğun olmalı yaşamı, yaşadığı...

Yaşamdaki zıtlıkları sevmeye başladım. Hayalden öte bir şey değildi yaptıklarım, ama içimde anlayamadığım bir şeylere karşı büyük bir heyecan da vardı. Zaman zaman ara vermek istedim bu duygu seline. Önce derin bir rahatlama duydum içimden, sonra uzun uzun düşündüm.

Günler, haftalar, derken aylar geçti. Yanlış numaralara, doğru mesajlar gönderdim. Çoğu ulaşamadı, bir yerlere takıldı kaldı. Verdiğim mola beni sıkmaya başlamıştı, hani başladığı işi bitiremeyen sorumlu yetkililer gibi. Hafızamdaki numaralardan birini aramaya karar verdim. Yapamadım, sadece bir karardan ibaret kaldı. Bende derin izler bırakan, merak uyandıran meçhul kişiyi aramak istedim. Kim olduğunu bilemediğim birini, bana mektuplar, şiirler, öyküler yazdıran, içimdeki çocuğu uyandıran kişiyi. Dev, cüce, zıpır, uçuk, deli, belki haylaz ama aradığım çok kişilikli ve çok renkli, içimden bir çocuktu. Kimliğini bilmediğim, yüzünü tanımadığım bu yabancıyla kurduğum dostluk, beni yeniden yaratmıştı. Bana yaşattıkları; acılarımı unutturan, düşündüren, teselli eden, beynimde gelinciklerle, papatyalarla, dikenlerle geniş bir bahar tarlası yaratan kekik kokulu çam ormanından yapılmış bu ilaç neydi? Sevgi miydi? Dostluk muydu? Aşk mıydı yoksa? Tutku muydu? Belki de yaşama bağlayanımdı ya da yaşam bağım. Bana, kendim olabilme savaşını kazandıran bir arkadaşlık mı? Alışkanlıkla yıpranmayan adsız bir duygu mu? Esrarengiz, mistik, büyülü, vazgeçilmez tek gerçeğimdi... Kendimle kurduğum köprüleri anlamanın verdiği mutluluğu ondan başka kimse yaşatamadı.

Eve daha yorgun gelmeğe başlamıştım. Yatağa erken giriyor, az uyuyor çok düşünüyordum. Yine böyle bir gece, telefonun sesi geceyi yırtıyordu. Yataktan çıktım, salona doğru ilerlerken içimde her zamanki gibi büyük bir umut vardı...

Evet bu sefer konuşacaktı:
“Alo, efendim,”
“....”
Kısa bir sessizlikten sonra, bir adam sert ve anlaşılmaz bir Türkçe’yle:
“Alo,” dedi.
“Kimsiniz?”

“Ben hizmetli Ahmet, Hocam. Bizim oğlan telefonla oynarken sizi aramış, çok özür dilerim efendim...” Dondum kaldım bir an. Ne düşüneceğimi bilemedim. Gizem çözülmüş müydü yani? Peki o mesajlar, mailler? Ahizeyi yerine bırakırken, azımdan şu sözcükler döküldü: “Kim?.. Kimsin?”

Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com


netyorum.com: (Bu metnin elektronik, basılı veya görsel yayın organlarında tamamen veya kısmen yayınlanması yazarının yazılı iznine tabidir. Aksine davranılmaması önemle rica olunur. Alıntı yapılmadan bu sayfaya link verilmesi için herhangi bir izin gerekmemektedir.)


Yorum Ekle Yorumları Listele
164. Sayı önceki yazı 164. Sayı sonraki yazı
Yazarın Önceki Yazısı  
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye