|
Sanat 17.01.2002 - netyorum.com / Sayı: 100
"İSİMSİZ" - NUR ATAİBİŞ
14 Ocak - 2 Şubat 2002
KARŞI Sanat Çalışmaları
İstiklal Cad. Elhamra Pasajı
258-203 Beyoğlu - İstanbul
212 - 245 46 57 / 245 15 08
info@karsi.com
Karşı Sanat Çalışmaları 14 Ocak 2002-2 Şubat 2002 tarihleri
arasında izlenebilecek olan Nur Ataibiş’in “İsimsiz” başlıklı sergisiyle yeni
sergi dönemine başlıyor.
Sanatçının ikinci kişisel sergisi olan “İsimsiz”, yapıtın soyut bir fikirden
somut bir görsel öğeye dönüşüm sürecini konu ediyor. Bu süreç içerisinde hem
kendini hem de toplumsal ilişkileri şekillendiren, adını koymaktan kaçındığı
tarihi tuvale aktarmaya çalışan sanatçının işlerini şu sözlerle yorumluyor
İskender Savaşır:
“Birer ‘iş’ten çok izleri andırıyor bu resimler; bir kazıma, kendi tırnak
izlerini de geride bırakmaktan yüksünmeyen bir kazıma sürecinin izleri...
Benliğimizi tanımlayan alelade, süfli imgelerle onların ardında yatan hakikate
ulaşma uğruna girişilmiş kıyasıya bir boğuşma. Belki de aslen ümitsiz olan
çabayı değişik evreleri boyunca izleme olanağını buluyoruz Nur Ataibiş’in
resimlerinde...”
FALLUSTAN ANNENİN YÜZÜNE... ORADAN?...
Nur Ataibiş’in işleriyle ilk kez Karşı Sanat’ta
yönlendiriciliğini Bülent Somay ve Zeynep Sayın’la birlikte üstlendiğimiz
“Klasik Çağ’dan Günümüze Güzel ve Yüce Olan” tartışmaları sırasında tanıştım. Bu
tanışma bağlamının işlerle (ya da bu işlerle benim kurduğum ilişkiyle) ilgisi
belki de pek o kadar rastlantısal değil. Çünkü o tartışmalar sırasında,
görünüşlerin güzelliğiyle “yetinebilen”, onlarda teselli bulan klasik
kültürlerden farklı olarak modern sanatın ilgi, zahmet alanının odağına “yüce
olan” kavramına daha benzer bir kavramın yerleşmiş olduğu konusunda mutabık
kalmış gibiydik. “Yüce olan”ı da, özellikle Yahudi-Müslüman geleneğin ilkece
görünmez/gösterilmez olduğu addedilen ama yine de bütün görünüşleri mümkün kılan
bir şeyin (“gerçekliğin”, “sahiciliğin”) yine de görünenlerin alanına
sızmasının, hatta belki de tehdit etmesinin yarattığı etki diye nitelemiştik.
Uzunca zamandır biliyoruz görünüşlerin, safdil bir amprizmin sandığının aksine,
nesnelerin –eşyanın– kendisinden dolaysız haberler veren bir duyu izlenimleri
toplamı olmadığını. Öznesi belirsiz bir simgeler düzeni tarafından tanımlanmış
ve çoğunlukla bize dayatılmış, dayatıldığını hissettiğimiz kurgularla kuşatılmış
gibi yaşıyoruz. Bu kurgusal anlamları dolayımlayan, onları bize dayatan
bakışları taşıyanlar da (bir zamanlar sandığımız anlamda) “gerçek” “başkaları”,
“ötekiler”, kendi davranış ve duyuş ilkelerini kendi içlerinde barındıran farklı
öznellikle değiller; onlar da simgeler düzeninin kendileri için boşlukları
dolduran birer kurgudan ibaret. İzlemekten yorgun düştüğümüz bu imgeler,
imajlar, suretler dansının ifade ettiği bir anlam, bu kasvetli boşluğu taşıyan
ondan da derin bir hakikat var mı? Belki de “modern sanat” dediğimiz faaliyet
(ya da “ruh hali”), çoğumuzun yanıtsızlıkları karşısında sormaktan da bezdiğimiz
bu soruları ısrarla sormaya devam etme kaygısının, endişesinin adıdır.
Nur Ataibiş’in “işleri”nden sözetmiştim. Belki de “işler”dense “izler” demek
gerekiyor. Bir arayışın, sakin olamayan bir kazıyı, kendi tırnak izlerini de
bırakmaktan yüksünmeyen, aksine bunları bilinç olarak bırakmaktan bir şeyler
umduğu anlaşılan bir kazımayı çağrıştıran izleri... Benliğimizi tanımlarcasına
üzerimize yapışmış gibi duran imgelere, kalıplara karşı girişilmiş amansız ve
belki de son kertede beyhude, çaresiz bir kazıma çabası...
Tek tek tuvallere baktığımızda bizi ören bu imgelerin, bu soluk
gazete kesiklerinin (belki bir haber, belki bir nişan ya da ölüm ilanı,
kimbilir, okunmuyorlar), hatta eski günlüklerin, tamamlanmış ya da yarım
bırakılmış desenlerin ve hatta belki de aşk mektuplarının bile her birinin tek
başına ne kadar dirençsiz ve kırılgan, aşınmaya yatkın olduğunu görüyoruz.
Ancak, bütün bu eski püskülüklerini, soluklarına karşın kurdukları simgeler
düzeni mutlak; onlara karşı seferber edilmiş olan kazıma enerjisinin bütün
gücüne karşın kendilerinden yapısal olarak farklı, başka bir şeyin görünmesine
izin vermiyorlar. Kazımanın ardında belirmeye başlayan, belki daha eski ama yine
onlar gibi solgun başka gazete kesikleri, eski aşklar, kimlikler, biletler...
Kimi tuvallerinde ise ressam kazımaktansa boyamayı, büyük renk lekeleriyle bu
“kurucu” imge yığının üstünü örtmeyi, onun hükümranlığını öyle ipal etmeyi
deniyor. Ancak bu yolla sürülen boya, renk lekesi yeni, temiz ve arı bir yüzey
olmuyor, olamıyor. Üstü örtülmeye çalışılan geçmiş, belki daha da sinsi,
ürpertici bir etki yaratarak imgelerini kusmaya devam ediyor.
“Geçmiş”, Nur Atabiş’in resimleri için birden fazla bakımdan önemli olan bir
kavram gibi görünüyor; çünkü referansları, göndermeleri olan bir iş onunki.
Taşıdığı, taşıdığı ve kurtulmaya çalıştığı tanımlayıcı geçmişin gücünün hakkını
veriyor, ağırlığını izleyiciyi de hissettiriyor.
Nur Ataibiş’in resimlerinin teknik düzeydeki akrabalıklarını gizlemediği Jackson
Pollock, bir keresinde kendisine neden doğal figürlerin resmini yapmadığı
sorulduğunda, “Ben kendim doğayım” demiş. Nuri Ataibiş’in resminde izine
rastlamadığımız türden (ve belki de bu yüzden onun resmini hem daha sahici, daha
içten ama belki de aynı zamanda daha sıkıntılı kılan) bir özgüvenin, bir kibirin
ifadesi... Nur Ataibiş’in resimlerindeyse ortaya çıkan doğaldansa tarihsel olan,
demek ki, kurgusal ve dolayısıyla da (?) öznenin sahiciliğine, özüne,
hakikatine, varsa öyle bir şey “doğallığına” yabancı, aykırı olan bir katmanlar
yığındır. Ancak burada söz konusu olan resmi tarih olmadığı gibi,
kahramanlıklarla, direnişle, öykünülesi öykülerle örülmüş, yol gösterici/açıcı
bir alternatif tarih de değildir -anlamı çoktan boşal(tıl)mış, belki de hiçbir
zaman gerçekten inandırıcı bir anlam taşımamış cılız imgelerle örülü çok daha
süfli bir tarih... Bu resimlerin bu tarihle boğuşma yolunda seferber ettiği
enerji, bize bir an için olağan kinizmimizi (bezgin ve alaycı inançsızlığımızı)
unutturup “insan bu imgeler enkazını (ya da bataklığını) aşıp arı bir hakikate
ulaşabilir mi?” diye sorduruyor.
Nur Ataibiş’in işlerini bir bütün olarak düşündüğümde, onları
kronolojik bir düzen içinde sıraladığım beş öbek halinde düşünmek benim için
aydınlatıcı oluyor. Bir önceki sergisi olan Kare döneminde yaptığı resimlerde
hâlâ geleneğin içinde çalışan, geleneğin bize “ihsas ettiği” bir güzellik
anlayışının peşinde olan bir ressam gibi görünüyor. (Pollock’la akrabalığı
özellikle bu dönemdeki resimlerde belirgin. Ama bu dönemde geleneksel, demek ki
tarihsel terbiyeye Amerikalının özellikle çok bilinen son dönemi eserlerinden
daha sadıkmış gibi duruyor.)
Sonra arada ne olmuşsa olmuş, ressam bu geleneği artık bir olanak değil,
kurtulunması gereken bir cendere, hatta neredeyse (kendi içinde –elinde,
gözünde– taşıyor olsa da) bir zindan olarak görmeye başlamış. Buraya kadar
yazdıklarım, kestirmeden “kazıma/kapama” diye andığım işlem, daha çok bu
öbekteki resimleri betimlemeye çalışıyor.
Sonra hepsinden ayrı duran tek bir yapıt var. Kullanılan görsel malzeme
diğerlerindekine kısmen benziyor: soluk, eprimiş resimler, gazete kesikleri vb.
Ancak bu soluk, bu süfli imgeler bu kez, biri içinden aydınlatılmış, dev
boyutlarda yedi fallik sütünun üzerine yapıştırılmış, iliştirilmişler. Bu yapıta
baktığımda nedense aklıma Faulkner’ın, galiba Nobel ödülünü alırken söylediği
bir söz geldi; mealen şöyle bir şeydi: Edebiyatta (ya da genel olarak sanatta)
ancak ya ihtiyatlı başarısızlıklar vardır ya da görkemli başarısızlıklar...
Anıtsal boyutlarına, içinden aydınlatılmışlıklarına karşın Nur Ataibiş’in fallik
sütunlarının iddialılıkları ile yarattıkları duygusal/ruhsal etkinin cılızlığı
arasındaki mesafe, nedense bende kedere (kendine acıma?) benzer bir duygu
uyandırıyor. Bir başarısızlık söz konusu ise eğer, bu, Nur Ataibiş’in fallus
temsillerinden çok fallusun kendisine dair bir başarısızlıktır belki de. Bir
zamanlar bütün bir tarih boyunca arzu ile gücü birbirine kenetlemiş olan bu en
nihai, en maddi, en gövdesel dayanak, sanki bizi oluşturan imgeleri, taşımayı,
toparlamayı, anlamlandırmayı beceremiyor artık. Gücünü, inandırıcılığını
yitirmiş fallus; bu kez bizim çözülmüşlüğümüzün, dağılmışlığımızın, benliğimizin
dirençsizliğinin taşıyıcısı haline gelmiş.
Sonra portreler var. Bu portreleri Nur Ataibiş’in bu serideki
verimin sondan bir önceki evresi diye düşünmeyi tercih ediyorum: Fallustan sonra
ulaşılmış bir konak... Kimin yüzü bu yüzler? Hatların dağılmışlığına,
belirsizliğine karşın değişik resimler arasındaki biçimsel akrabalıklar tek bir
modelin söz konusu olduğunu düşündürüyor; yalnızca cinsiyetini ele veren bir
yüz: bir kadın. Sanatçının kendi yüzü mü yoksa baktığı ve her yerde gördüğü, bir
başkasının kendini ısrarla tekrarlayan yüzü mü, bütün yüzlerin anası olan bir
yüz?... Kendini toparlamaktan, kendi bütünlüğünü kurmaktan aciz bu yüz bizi
taşıyabilir, bir zamanlar fallustan beklemiş olduğumuz anlamın aynısını değilse
de bir benzerini (bir zamanlar, onunla aynı hayatı yaşamakta olduğumuz sıralarda
bahşetmiş olduğu gibi) bir kere daha bize verebilir, bizi kurtarabilir mi?
Son öbekteki resimler sanatçının burada da durmayacağını göseriyor. Okumaya
çalışmak bir yana seyretmesinden bile çok fazla hoşlanmadığı bu resimler
hakkında söyleyebileceklerim, korkarım çok sınırlı ve ister istemez soru kipinde
kalacak. Bütün renkleri alçı beyazına kestiği ve katı mı sıvı olduğunu
kestiremediğim bir “şey”in, akışkan bir “şey”in hareketleri ile karşı karşıya
kalıyoruz burada. Niçin? İçinden çıktığımız (ve geri döneceğimiz, kendisiyle
aramızdaki sürekliliği hiç kaybetmediğimiz) renksiz, şekilsiz bir balçıkla
yüzleşmek, biçimlerin oluşum öncesi ve oluşum anlarına tanıklık etmek için mi?
Öyleyse bile yine neden, niçin zorluyor bizi sanatçı bu yüzleşmeye? Anlamı
görünüşlerin, yapay imgelerin ötesinde –gerisinde, arkasında–, bir kökende
arayan bir enerjinin sonda varacağı çaresizliğin derinliğini ölçmemizi
istediğinden mi? Yoksa bu şekilsiz şekillerde yeni bir güzelliğin değilse de
başka bir şeyin –neyin?– muştusunu mu görmemiz bekleniyor bizden?
Şimdilik (ve korkarım bir süre daha) yanıtsız kalacak sorular...
İskender Savaşır
|