LES CHANTS DE MALDOROR
Gece yarısı......
Bastille’den Maddelein’e, görünürde tek bir atlı tramvay bile yok. ...
Yanılmışım; işte bir tane!
Ansızın öyle, yerden biter gibi görünüverdi.
Yaya kaldırımında evine gecikmiş birkaç kişi,durup baktılar. Bakılmayacak gibi de
değil ki... bir acayip.
Üst katında donuk bakışlı, bayat balık gözlü bir alay adam sıkış sıkış
oturmuşlar. Bin tanık ister yaşadıklarına. Gene de belediye buyruklarına uygundu
sayıları, kılı kılına ama, olsun.
Arabacı atlara bir kırbaçtır, şaklattı...
Kırbacı kolu değil de, kolunu kırbaç savurdu, sandım.
Neydi, neyin nesiydi bu dilsiz, garip kuşlar? Aydan mı inmişlerdi, ne? Olmaz olmaz, her
şey olur. Ama iskeletleri andırıyordu daha çok.
Tramvay depoya vaktinde yetişmek için olacak, dolu dizgin gidiyordu... Öyle bir
kaçıyordu ki... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka
kovalıyordu onu... “Durun, yalvarırım size, n’olur, durun!... ayaklarım şişti
yürüye yürüye bütün gün... dünden beri bir şeycik yemedim... sokakta bıraktı
beni anam, babam... n’apıcağımı şaşırdım... eve döneyim istiyorum bir ayak
önce... beni de alın tramvaya, sığınırım bir köşeciğe... çocuğum daha, yeni
bastım sekizime... beni böyle bırakmayacaksınız değil mi?”
Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir
yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu...
Ölü gözlülerden biri yanındakine bir dirsek vurdu, kabak tadı verdi bu yaygara, der
gibilerde. Kulağı tırmalandı herhal. Öbürü haklısın demeye, belli belirsiz
başını eğdi, derken kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi bencilliğinin döşeğine
yumuldu yeniden. Bütün yolcuların yüzünden aynı hoşnutsuzluk akıyordu.
Çığlıklar tizleşerekten gitgide, bir iki dakika daha duyuldu.
Caddeye bakan pencereler açıldı birer ikişer. Elinde bir lamba, bir gölge belirdi
camlardan birinde, bir göz attı aşağıya, şırak diye kapattı pencerenin kanadını.
Kapatış o kapatış...
Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir
yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu...
Bu taştan adamlar arasında bir delikanlı, tek bir o, belli, üzülüyordu çocuğa.
Çöp gibi bacaklarıyla tramvaya yetişeceğim diye yırtınan yavruyu koruyamıyor,
ağız açamıyordu ki; bunca göz dikilmiş üstüne, hayın hayın bakıyorlardı,
karşı gelemezdi ki topuna birden. Dirseklerini dizine dayamış, başı iki elinin
arasında, insanlık dedikleri bumu? Diye aval aval düşünüyordu. Dank etti kafasına,
boş laf olduğu bunun, şiirde bile geçmez olmuştu. Anladı yanlışını. “Ne
olacak, dedi kendi kendine, alt tarafı yumruk kadar bir çocuk!” Gene de tutamadı
kendini, öyle şey mi olur gibilerde pırıl pırıl bir gözyaşı delikanlının
yanağından aşağı yuvarlanıverdi. Gözlerine götürdü elini, kara bir bulutu
aklından silmek istermiş gibi. Çırpınıyordu ama, boşuna; kahrolası bir yüzyılın
içine düşmüştü bir kere. Ne işi vardı orada? Ne yapsa ne etse kurtulamıyordu.
Köleliğin en çekilmezi, alınyazılarının en korkuncu!
Lombano o gün işte kanım kaynadı sana. Öbür yolcuların arasında,
vurdumduymazlıklar içinde otururken gözümü ayıramadım senden. Delikanlım, ayağa
kalktın birden, öfkelendin de; istemeyerek bile olsa, böylesine aşağılık bir
harekete katılmamak için çekip gitmeye davrandın. Bir işaret çaktım, yanıma
oturttum seni.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir
yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu.
Ansızın kesildi çığlıklar. Bir tümseğe takıldı ayağı, yuvarlandı çocuk,
taşa çarptı başını, bayıldı.
Görünmez oldu tramvay, çıt çıkmıyordu upuzun caddede.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir
yumru koşmuyordu artık, düşe kalka kovalamıyordu onu.
Şu paçavracıyı gördünüz, değil mi? Elinde kötü bir lamba, bu yana geliyor hani.
Bakın, kaldırıyor çocuğu, evine götürecek, tımar edecek yarasını, yiyecek
verecek, yatırıp uyutacak, anası babası gibi değil, bir daha sokakta bırakmayacak
onu.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde,
paçavracının bakışları ölesiye koşuyor, kovalıyordu onu... Hay budalalar,
ahmaklar takımı, böyle ettiğine bin pişman olacaksın. Görürsün sen, nasıl, ama
nasıl pişman edeceğim seni. Yemeyip içmeyip gece gündüz şiirlerimde insan denen bu
yırtıcı hayvanla, marifet yapmış gibi onu yaratan tanrıyı yerin dibine
batıracağım. Şiir üstüne şiir, kitap üstüne kitap, son nefesime dek işim gücüm
bu olacak. Burnundan getireceğim senin.
Türkçesi : Can Yücel
“Gerçeküstücülük (örnekler)” adlı kitaptan; de yayınevi , kasım 1962
(“Word” ortamına aktaran: A.Manisalı , Nisan 2001)
Comte de Lautréamont (1846-1870)
Asıl adı Isidor-Lucien Ducasse’dır. 1846’da Montevideo’da doğdu. 1860 yılında
öğrenim yapmak için Fransa’ya geldi. 1868’de “Chants de Maldoror”u yayımladı.
1870’te 24 yaşında Paris’te öldü. Lautréamont, gerçeküstücülerin kendilerine
kaynak olarak seçtikleri şairlarden biridir.
|