| Önsöz | Arama | Üyelik | Sohbet | Alış-Veriş | www.netyorum.com   
Ajanda
Seçtiklerimiz
Arşiv
Yazarlar
Yorumlar

Bölümler

Köşe Yazıları
Teknoloji
Sanat
Soru & Cevap
Dostluk & Sevgi
Eğlence
Geçmiş Zaman Olur ki

Konular

Sinema
Müzik
Kitap
Sözler
Oyunlar
Ürünler
Mekan
 
 
Reklam Fiyatları

İzleyici Mesajları

Elektronik posta :
bilgi@netyorum.com

 
 
Bu sayfayı arkadaşınıza göndermek için tıklayın.

 
 
Açılış sayfası yapmak için tıklayın.

Sık kullanılanlar listesine eklemek için tıklayın.

 

Eski Sayıları


LES CHANTS DE MALDOROR


Gece yarısı......
Bastille’den Maddelein’e, görünürde tek bir atlı tramvay bile yok. ...
Yanılmışım; işte bir tane!
Ansızın öyle, yerden biter gibi görünüverdi.

Yaya kaldırımında evine gecikmiş birkaç kişi,durup baktılar. Bakılmayacak gibi de değil ki... bir acayip.
Üst katında donuk bakışlı, bayat balık gözlü bir alay adam sıkış sıkış oturmuşlar. Bin tanık ister yaşadıklarına. Gene de belediye buyruklarına uygundu sayıları, kılı kılına ama, olsun.

Arabacı atlara bir kırbaçtır, şaklattı...
Kırbacı kolu değil de, kolunu kırbaç savurdu, sandım.

Neydi, neyin nesiydi bu dilsiz, garip kuşlar? Aydan mı inmişlerdi, ne? Olmaz olmaz, her şey olur. Ama iskeletleri andırıyordu daha çok.

Tramvay depoya vaktinde yetişmek için olacak, dolu dizgin gidiyordu... Öyle bir kaçıyordu ki... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu... “Durun, yalvarırım size, n’olur, durun!... ayaklarım şişti yürüye yürüye bütün gün... dünden beri bir şeycik yemedim... sokakta bıraktı beni anam, babam... n’apıcağımı şaşırdım... eve döneyim istiyorum bir ayak önce... beni de alın tramvaya, sığınırım bir köşeciğe... çocuğum daha, yeni bastım sekizime... beni böyle bırakmayacaksınız değil mi?”
Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu...

Ölü gözlülerden biri yanındakine bir dirsek vurdu, kabak tadı verdi bu yaygara, der gibilerde. Kulağı tırmalandı herhal. Öbürü haklısın demeye, belli belirsiz başını eğdi, derken kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi bencilliğinin döşeğine yumuldu yeniden. Bütün yolcuların yüzünden aynı hoşnutsuzluk akıyordu.

Çığlıklar tizleşerekten gitgide, bir iki dakika daha duyuldu.

Caddeye bakan pencereler açıldı birer ikişer. Elinde bir lamba, bir gölge belirdi camlardan birinde, bir göz attı aşağıya, şırak diye kapattı pencerenin kanadını. Kapatış o kapatış...
Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu...

Bu taştan adamlar arasında bir delikanlı, tek bir o, belli, üzülüyordu çocuğa. Çöp gibi bacaklarıyla tramvaya yetişeceğim diye yırtınan yavruyu koruyamıyor, ağız açamıyordu ki; bunca göz dikilmiş üstüne, hayın hayın bakıyorlardı, karşı gelemezdi ki topuna birden. Dirseklerini dizine dayamış, başı iki elinin arasında, insanlık dedikleri bumu? Diye aval aval düşünüyordu. Dank etti kafasına, boş laf olduğu bunun, şiirde bile geçmez olmuştu. Anladı yanlışını. “Ne olacak, dedi kendi kendine, alt tarafı yumruk kadar bir çocuk!” Gene de tutamadı kendini, öyle şey mi olur gibilerde pırıl pırıl bir gözyaşı delikanlının yanağından aşağı yuvarlanıverdi. Gözlerine götürdü elini, kara bir bulutu aklından silmek istermiş gibi. Çırpınıyordu ama, boşuna; kahrolası bir yüzyılın içine düşmüştü bir kere. Ne işi vardı orada? Ne yapsa ne etse kurtulamıyordu. Köleliğin en çekilmezi, alınyazılarının en korkuncu!

Lombano o gün işte kanım kaynadı sana. Öbür yolcuların arasında, vurdumduymazlıklar içinde otururken gözümü ayıramadım senden. Delikanlım, ayağa kalktın birden, öfkelendin de; istemeyerek bile olsa, böylesine aşağılık bir harekete katılmamak için çekip gitmeye davrandın. Bir işaret çaktım, yanıma oturttum seni.

Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu.
Ansızın kesildi çığlıklar. Bir tümseğe takıldı ayağı, yuvarlandı çocuk, taşa çarptı başını, bayıldı.
Görünmez oldu tramvay, çıt çıkmıyordu upuzun caddede.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru koşmuyordu artık, düşe kalka kovalamıyordu onu.

Şu paçavracıyı gördünüz, değil mi? Elinde kötü bir lamba, bu yana geliyor hani. Bakın, kaldırıyor çocuğu, evine götürecek, tımar edecek yarasını, yiyecek verecek, yatırıp uyutacak, anası babası gibi değil, bir daha sokakta bırakmayacak onu.

Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde, paçavracının bakışları ölesiye koşuyor, kovalıyordu onu... Hay budalalar, ahmaklar takımı, böyle ettiğine bin pişman olacaksın. Görürsün sen, nasıl, ama nasıl pişman edeceğim seni. Yemeyip içmeyip gece gündüz şiirlerimde insan denen bu yırtıcı hayvanla, marifet yapmış gibi onu yaratan tanrıyı yerin dibine batıracağım. Şiir üstüne şiir, kitap üstüne kitap, son nefesime dek işim gücüm bu olacak. Burnundan getireceğim senin.

Türkçesi : Can Yücel
“Gerçeküstücülük (örnekler)” adlı kitaptan; de yayınevi , kasım 1962
(“Word” ortamına aktaran: A.Manisalı , Nisan 2001)



Comte de Lautréamont (1846-1870)
Asıl adı Isidor-Lucien Ducasse’dır. 1846’da Montevideo’da doğdu. 1860 yılında öğrenim yapmak için Fransa’ya geldi. 1868’de “Chants de Maldoror”u yayımladı. 1870’te 24 yaşında Paris’te öldü. Lautréamont, gerçeküstücülerin kendilerine kaynak olarak seçtikleri şairlarden biridir.


Yorum Ekle Yorumları Listele
165. Sayı önceki yazı 165. Sayı sonraki yazı
Dostluk ve Sevgi Önceki Yazı Dostluk ve Sevgi Sonraki Yazı
Her hakkı saklıdır. All rights reserved. netyorum.com © 2000-2005 İstanbul-Türkiye